Oktay Akbal’ın “Ölümsüz Oyun” adlı kitabında şöyle bir bölüm vardır: “Bir romanı okurken, bir dizeyi içinizde duyarken oluverir böyle şeyler… Alır götürür sizi anlam dışı bir yere. Oyun diye yaparlar, yazarlar, yaratırlar belki öyle görünürler, ama içinize işler anlattıkları. Sizi de alır etkisine, sizden sonra gelecekleri de daha sonrakileri de… Böyle bir oyundur sanat, böyle bir ölümsüz oyun. Yaşam nasıl bir oyunsa, oyun sayılırsa, öylesine…”
Atilla Atalay’ın öykülerini okurken tam da böyle hissetmişimdir. Çoğumuz kendisini mizah öyküleriyle tanısak da kendi deyimiyle “komikçi kitaplarının sonuna eklediği bu hisli öyküleri” fena yapar insanı.
Hisli Öyküler
Yayınlanmış on dört kitabı var Atilla Atalay’ın. Gene kendi ifadesiyle “Kitaplarımın vitrin değeri pek yok ama yine de kendilerince epey baskı yaptılar. Benim için kitap yazmanın en heyecanlı yeri, kitap çıktıktan sonra İstiklal Caddesi’ndeki kitapçılarda felan dolaşıp raflarda kendi kitaplarımı aramak. Genellikle “En Güzel Sarhoş ve Deli Fıkraları”nın yer aldığı “Mizah-Hobi” raflarında “Evde Sihirbazlık” felan gibi bir kitabın yanında bulabiliyorum.”
Edebiyat dergilerinin, eleştirmenlerin görmediği demeyeceğim ama, görüp de yokmuş gibi davrandığı bir yazar, Atilla Atalay. Muhtemelen hangi kategoriye koyacaklarına henüz karar veremediklerinden olsa gerek, Atalay’ın öykülerine ben edebiyat dergilerinde filan rastlayamadım şimdiye kadar.
Atalay’ın otuz civarında “hisli öykü”sünü topladığı kitabı “Kalbin Böcüü” 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı. Onun öyküleri ile tanışmak için iyi bir referans kitap diye düşünüyorum. Kitabın girişindeki Kalbin Böcüü öyküsünü buraya alıntılamak isterim. (aradan bir bölümünü çıkartarak)
Atilla Atalay’ın hisli öykülerini üzülmekten korkmadan ama üzüntüyle okumanızı dilerim. Hazır karşınızda kimseler yokken de rahat rahat kederlenirsiniz hem.
Kalbin Böcüü
“O demişti bana ilk önce “Senin kalbinin böcüü ölmüş,” diye. Ben o zaman anlayamadıydım o lafı. İşin içinde böcek haşarat felan olunca bişeylere fena kızmış herhalde diye soramadımdı da.
Şükriyem de gitti simdik.
En son deli bir zemheri havasında camının önüne gerili iplerden, donup tuhaf şekiller almış çamaşırları toplarken usulca bizim camı açıp kafasına bir kartopu ekleştirmiştim.
“Kim attı,” diye etrafına bakınırken “Şükriyaaaağ,” diye bağırdım kendisine…
Giderek ilerleyip kendisini gün be gün dilsiz bırakan hastalığı nedeniyle artık pek konuşamadığından “Sen miydin lan, aklımı çıkardın be manyağın evladı,” gibisinden gülerek el işaretleri yaptı. Sonra “Nasılsın, kaç zamandır yoksun,” diye sordu; elleriyle, dili gittikten sonra hepten küçülen yüzü, kocaman kalmış gözleriyle.
“iyiyim,” dedim, “Öpüyorum yanaklarından, ellerinden,” işareti yaptım ben de…
Havada, görünmeyen bi çay bardağı karıştırdı “Gel çay içelim,” dedi.
“Sonra gelirim,” dedim; ellerimle, onun daha bebekkenden beri gördüğü artık yaşlı yüzümle… Belki bir kez de…
Gazetesini almış eve dönerken bahçenin demirkapısı önünde, yine sessizce kendisine yaklaşıp artık ufacık kalmış Şükriyem’i kucaklayıp havalandırdım. O da bana sarıldı, gülüştük.
“Belki” diyorum; çünkü bu gerçekten oldu mu yoksa şehrin öbür tarafındayken onu çok özlediğim için gördüğüm bir rüya mı bilemiyorum.
“Öldü” dediklerinde, keşke son bir kez… Belki ondan…
Ben kendisini Sıdıka’ya kızdı da ondan bana öyle börtülü böcekli laflar etti zannediyordum. Çünkü Sıdıka’yı, onu ve kızını hatta oğlunu, kocasını nerdeyse tüm aileyi gözlemleyerek yazmıştım. Meğersem baştaki komikleri geç, kitapların sonunda yazdığım hisli öykülerde anlatmışmışım onu. Öyle söyledi Şükriyem…
Sonradan bir gün “Peki ne demek ‘senin kalbinin böceği ölmüş” diye sordum Şükriyem’e…
Çukurova yöresinde bir deyimmiş. Hani hayattan bıkmışlara, olup bitenle başedemeyip vazgeçenlere derlermiş bu lafı. Kalbinin böceği olurmuş işte onların…
“Sonra?”
“Sonra, dururlarmış işte öyle…”
Zaten el kol işaretleriyle Şükriyem’in güçlükle çıkardığı yarım sesleri tamamlayarak bazen de elindeki konuşma kâğıtlarına yazarak anlaşıyorduk, o yüzden bir yanlışlık olabilirdi. Bir kez daha sordum:
“Nası yani dururlar?”
Bir ilaç firmasının bilmem kaç sayfalık bloknotuna yazarak yanıt verdi yine: “Napıyosun diye soran olursa, ‘Hiç işte duruyorum’ derler… O kadar.”
Şükriyemin bloknotuna titrek çocuk yazısıyla yazdığı o cevabı okuduğumda kalakaldım öyle. O kadar…
Çünkü çoğumuz bazen sadece “duruyorduk” hakkaten lan. Yani öyle “hayata karşı” felan değil.
“Hayat bak hiç bişey yapmadan duruyorum şuracıkta… Duruyorum… Hadi ne yapacaksan yap, bitsin” der gibi.
Sonra bir süre öylece durduk ikimiz de…
O daha bir kıpırtısız, hepten yorgun duruyordu. Bir ara ben bişeyler anlatayım istedim. Ama bozmaya cesaret edemedim duruşunu, hastaydı, söyleyeceklerimi sonraya bırakıp elindeki konuşma bloknotuna yazdım:
“Yirim seni Şükriyem, güzel dur, uslu dur. Sonra yine çay içmeye gelicem bak…”
Sarıldık.
Günün birinde Şükriyem’in okuyup önce kendisinin sonra benim içimdeki böceği bulacağını bilsem yazmazdım belki de o öyküleri.
Öylesine yazılan öyküler
Ben öylesine yazıyordum. Joker’di derginin adı. Kendi kendime “komikçi” değil de “ciddi” bişeyler yazmaya karar vermiştim belki işin aslı “niye” olduğunu tam da bilemiyordum o zaman. Yazdım işte onlardan… Daha o dakka da fırçayı yedim. Meslekte üstad bi çalışma arkadaşım “Ne ki oğlum şimdi bunlar. Yazma bu “drambolin” şeylerden, sen mizahçısın” demişti.
…..
“Bu… Bu öykü mü ne…Tam bilemedim şimdi, şunlardan yazma hakkaten abi. Hem bizim konsept dergilere gitmiyo hem de “iki cami arasında beynamaz gibi”. Seni hayatın sonuna kadar ciddiye almazlar ki. Bu öyküleri yazarken takma isim mesela, o olabilir… Onu dene,” diyen abilerim oldu.
Ben ise “Ciddiye alınmayı kim istiyor ki lan” dedim bir çoğuna.
“Hafız, ben kısa dönem entellik çağı gelmiş her Türk erkeği gibi, ‘aynı zamanda bir de yol filmi çekmek’ istemiyorum ki. Altı üstü yazı yazıyorum.
“Sen takılma usta, bırakıcam ben bu işleri Opera yazıyorum Liberettonun yarısındayım. Bi aryayı da bizzat seslendiricem. Bu bakımdan sesimi yormamam lazım kapatalım bu mevzuları.”
Gibisinden geyiğe tuttuklarım da oldu.
Velhasıl, kimseye komikçi kitaplarımın sonuna bu hisli öyküleri niye yazdığımı gerçekten anlatmamıştım.
Bir gün kapısını çalıp “O salçalı ekmeklerin hatırına, sana kalbimin yarı ölü böceğinin ters dönmüş bacaklarını kırpıştırırken bana anlattığı öykülerin sırrını söyliycem Şükriyem” dedim…
Gülsün diye, “osuran adamın” filminden başladım.
Şimdi filmde şöyle bi adam vardı, sirkteki şovunu yapmak için gündüzleri sürekli zorla, patlayıncaya kadar lahana yiyordu. Öyle böyle değil ama, karısıyla dolaştıkları karavan lahana dolu, adam sabahtan kalkıp tencere tencere lahanayı zorla, acı çekerek yiyor. Akşamları da sahneye çıkıp alabildiğine gürültülü yelleniyor. Ortalık alkış kıyamet. Alevli osuruğuyla sevgilisinin saçındaki gülü düşürüyor, Finalde sahnedeki motoruna atlayıp poposuna yerleştirdiği okla tek yellenişte hedef tahtasını tam ortasından vuruyor…
Bana kalırsa işte benim yaptığım iş de böyle bişey. Güldüren şovumu yapabilmek için sürekli lahana yiyorum:
Akla ziyan TV programları izleyip, gazeteleri okuyor, “Orta Zekâlılar Cenneti”nin türlü çeşitli meleğiyle fitbolundan cep telefonuna milyon türlü geyiğe dalıyor, bar taburesinden, meyhane sandalyesine, ordan sinema koltuğuna, tiribünlerde, hipodromda, metrobüslerin cam kenarında döt gezdirip kulak kabartıyorum. “Bin ilmekli halife halısı” çiğnediğim de oluyor, göz göre göre moka bastığım da…
Sonra işte, elde kalem, kendimce sahneye çıkıyorum ben de.
Yalan değil, epey de alkış almışlığım vardır ha… Gelgelelim işin burnundan fışkırıncaya kadar lahana yeme gibi zor bir bölümü, hakikaten var…
Çok gülüştük Şükriye’yle. Elindeki konuşma kağıdına benim için “manyaksın” yazdı. Salçalı ekmeklerin böyle bişeye neden olup olmayacağını konuştuk el kol hareketleriyle. Güldü… Güldük… Elleri havada, benim çocukluğumu çizdi, çizmese iyiydi.. Kendisine çaktırmadan mutfağın oralara biyere kaçtım; kapalı alanda yarım sigara içip ağlamak suretiyle 4207 sayılı kanuna fütursuzca muhalefet ettim.
Çeki Taşı
Bi keresinde Oğuz Abi söylediydi, “Her şeyi yazıp çizdikten sonra bir çeki taşı kalır insanın içinde” dediydi.
“Çeki taşı” nedir bilmiyorum.
Ama tüm o komikliklerden sonra, insanın içine oturan, ağır ve kıpırdatılamaz acıklı bişeylerin kaldığı doğrudur. Yazarsın, çizersin, bunlar hakkaten birilerini güldürür ama Oğuz Abi’nin söylediği gibi: Senin içinde, bütün güldürücü, sevindirici coşkulu bileşenleri aldıktan sonra, ağır, yerinden oynatılamaz, göz yaşı dahil bilinen herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenemez bir tortu kalıp birikir. Geriye irisinden bi taş,”çeki taşı” kalır.
Ben işte o “ciddi ve hisli” yazıları yazmaya kalkıştığımda çeki taşından kırabildiğim parçalarla harfler yaptım kendimce.
Kalbimin böcüü’ne gelince…
Seninki öldü mü Şükriyem? Benimki de ölmedi. Fıtıl fıtıl dolaşıyor ortalıkta.
Bakma sen, bazen “Naapıyosun” diye soran olduğunda. “Hiç işte, duruyorum öyle” dediğim oluyor. Dururken bakıyor hatta fena halde gözetliyorum ama.
Al Şükriyem şimdik, otuz yıl boyunca bakıp biriktirdiklerimden, yani o çeki taşından güç bela yontabildiklerimden bunlar… Benim kalbimin böceğinden seninkine; sevgiyle… ”
İletişim Yayınları
2.Baskı. İstanbul 2010 / 271 Sayfa
COMMENTS