Birer nehirdir hayatlarımız…
Raimund Gregorius İsviçre’nin Bern şehrinde bir lisede Yunanca, Latince ve İbranice dersler veren kendi halinde bir öğretmendir. Her sabah olduğu gibi o gün de Kirchenfeld Köprüsü’nden geçerek okuluna gidecektir. Köprünün üzerinde, şiddetli yağmur altında elinde mektuba benzeyen kâğıt tutan bir kadın görür. Gregorius kadına yaklaştığı anda kadın elindekini buruşturup köprüden aşağıya atar ve giden kâğıdın peşinden iki kolunu köprünün korkuluklarına dayayıp kendini yukarı çeker gibi yapar. Belli ki köprüden atlamaya niyetlenmektedir, en azından Gregorius böyle düşünür. Derken kadın o şiddetli yağmurun altında cebinden bir keçeli kalem çıkartıp Gregorius’un alnına (eline ya da koluna değil, alın yazısı gibi alnına!) unutmaması gereken bir telefon numarası yazar. Aralarında birkaç cümle geçer. Kadın Fransızca bilmemektedir. Gregorius anadilini sorduğunda ise kadının ağzından Gregorius’un tüm hayatını alt üst edecek o sözcük çıkar: “Portugués”.
“Şaşırtıcı biçimde u gibi telaffuz ettiği o harfi, é harfinin yükselen, tuhaf biçimde bastırılan tizliği ve sözcüğün sonundaki yumuşak ş, birleşip ezgiye dönüşmüşlerdi Gregorius’un kulaklarında, aslında olduğundan daha uzun süren ve mümkün olsa bütün gün dinlemek istediği bir ezgiye” (s.16)
Kadından çok etkilenen Gregorius, İspanyol kitabevine gidip her ne kadar bu dili bilmiyorsa da Portekizce bir kitap satın alır. Bu, kahramanımızın bütün roman boyunca izini süreceği Amadeu Prado’nun “Sözlerin Kuyumcusu” adlı kitabıdır. Gregorius ani bir kararla her şeyini geride bırakarak kendini Lizbon’a giden gece treninde bulur. Yol boyunca lapa lapa kar yağmaktadır. Bu atmosfer, okurun aklına başka çağrışımları da (sözgelimi, Anna Karenina) getirir.
Gregorius’un köprüde bir kadınla karşılaşması, alnına yazılan telefon numarası vs. yazarın asıl anlatmak istedikleri için kullandığı bir çerçeve hikâyedir aslında. Pascal Mercier bu çerçeve hikâyenin ardında Portekiz’in yakın kanlı tarihini de anlatarak ve gizemli kadının tekrar nerede karşımıza çıkacağını merak ettirerek okurun ilgisini 400 sayfa boyunca diri tutan felsefi bir yolculuğa çıkarıyor. Kendisi de bir felsefe profesörü olan Pascal Mercier, romanda birden fazla temayı birlikte kullanarak (hayatın anlamı, varoluş sorunları, aile ilişkileri, toplumun baskısı, bireyin kendiyle savaşı… gibi) hayatın içindeki insana dair keskin soruları Amadeu Prado’nun “Sözlerin Kuyumcusu” adlı kitabı üzerinden soruyor ve bunlara cevaplar arıyor.
Yazar, “İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak, gerisine ne oluyor?” (s.48), “Hayat, yaşadığımız şey değildir; hayat, yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir.” (s.202) diyerek varoluşa ve yaşadığımız hayata dair sorgulamalar yaparken, günlük yaşamda sıkça başvurduğumuz şemalar, düşünce kısa yolları ve kalıp yargılarla da hesaplaşmaktan çekinmiyor: “… Evler, ağaçlar, yıldızlar gibi görmeyiz insanları. Onları, belli bir biçimde karşılaşma ve böylece kendi içimizin bir parçası yapma beklentisiyle görürüz. Hayal gücümüz onları kendi arzularımıza ve umutlarımıza uyacak biçimde kesip biçer, ama aynı zamanda kendi korkularımız ve önyargılarımız da o insanlarda doğrulanabilmelidir. Bir başkasının dış görünümündeki hatlara bile kendimizden emin olarak ve tarafsızca ulaşamayız. O yolda bakışlarımız, bizi özel ve biricik kılan bütün arzulara ve hayallere kayar, gözümüzü alır bunlar. Bir iç dünyanın dış dünyası bile hâlâ iç dünyamızın bir parçasıdır, hele de bir yabancının iç dünyası hakkındaki düşüncelerimiz kesin ve dayanaklı olmaktan öylesine uzaktırlar ki, karşımızdakinden çok kendimizi ortaya koyarlar.” (s.80)
Aile ilişkilerine ve ebeveyn sorumluluğuna ilişkin de önemli ipuçları veriyor Pascal Mercier: “Ana-babaların çocuklarında yanık izi gibi asla silinmeyecek izler bıraktıkları planlanmamış ve bilinmedik, ama yine de kaçınılmaz ve karşı konulmaz şiddeti düşünmek bile ürpertiyor beni. Ana babaların arzularının ve korkularının şekilleri, yakıcı bir kalemle, güçsüz ve başlarına ne geldiğini hiç bilmeyen küçüklerin ruhlarına kazınır. Ruhlara dağlanmış o metni bulmak ve ne yazıldığını sökmek için bir ömür harcarız, onu anladığımıza da asla emin olamayız” (s.254) ifadesiyle, ebeveynlerin -bilinçli ya da bilinçsiz- çocuklarına uyguladıkları duygusal şiddete ilişkin saptamalarda bulunuyor.
Yukarıda örneklediğimiz alıntılardan çok daha derin sorgulamalar içeren, okuru zihinsel anlamda zorlayan ve dolayısıyla okurun da yazılana dâhil olmasını, dura dura, sindire sindire okumasını gerektiren bir roman Lizbon’a Gece Treni. Pascal Mercier bu zorlamaların dozunu ustaca ayarlamış, metinler arasına boşluk koyacak şekilde güncel ve tarihsel ayrıntılara, olaylara girmiş. Bu molalar da okura düşünme ve dinlenme payı bırakmış.
Lizbon’a Gece Treni dünyada iki milyondan fazla sattı, ülkemizde de şimdiye kadar sekiz baskısı yapıldı. Bu sayıda okura ulaşmak, her ne kadar “çoksatar” kitaplarda görmeye alışık olduğumuz bir kapak tasarımına sahip olsa da içerik bakımından “ağır” bir kitap için pek de kolay olmasa gerek. (Tabi satış rakamlarını, okur sayısına eşleştirmek gibi bir hata yaptığımızın da farkındayız.) Felsefi ve sosyolojik sorgulamaların yoğun biçimde işlendiği romanın bu satış hacmine ulaşmasına yukarıda bahsetmiş olduğumuz merak uyandıran kurgusu etkili olmuş mudur bilemeyiz ama, okunurluğuna katkısı olduğu kuşkusuzdur.
Çeviri Hakkında birkaç söz
Roman her ne kadar edebiyat dünyamızın çok deneyimli çevirmenlerinden İlknur Özdemir’in elinden çıkmış olsa da okuru epeyce zorlayan, zaman zaman sözlüğe bakma ihtiyacı hissettiren yabancı sözcük ve cümleler de barındırıyor. Örnekleyelim:
“Uma casa azul?” (s.94)
“Pardonnez-moi, je ne voulais pas…” (s.102)
“Senhor Eça?” dedi “Venho da parte de Marianna, a sua sobrinha. Trago este disco. Sonatas des Schubber” (s.111)
“Well”, dedi, ‘well.’ Bir süre sonra da, ‘It is just talking, you know; just talking. People like to talk. Basically, that’s it. Talking’. ‘No meeting of minds?’ diye sordum.” (s.131)
Açıkça görüleceği üzere, kimi sözcük ve cümlelerin çevrilmesine gerek görülmemiş. Dipnot veya kitabın sonunda “meraklısına notlar” şeklinde de bir açıklama konulmamış. Çok önemli olmamakla birlikte, bir başka ilginç nokta ise, Portekizce’de “sokak” anlamına gelen “rua” sözcüğünün çevrilmemiş olması. Sözgelimi “Agusta Sokağı” yerine “Rua Agusta” tercih edilmiş. (Elliden fazla yerde geçiyor “rua” sözcüğü) Ancak diğer dillerdeki sokak, köprü ve meydan isimleri çevrilirken bu ölçüt geçerli olmamış. Örneğin, Kirchenfeld Köprüsü, Bubenberg Meydanı, Trevi Çeşmesi, Gerechtigkeits Sokağı, şeklinde yer almış romanda.
Kuşkusuz bu kadar başarılı bir roman, böyle küçük çeviri sorunları da barındırmasa çok daha keyifle okunacaktır. Keşke yeni baskılarında en azından kitabın sonuna bu yabancı sözcüklerin ve cümlelerin anlamları eklenebilse. Son sözü, gene Kırmızı Kedi’den çıkmış olan David Toscana’nın Son Okur’una bırakalım:
“Lucio, Fransızca çevirmenlerinin hepsine birer mektup göndererek ‘rue’ (sokak, cadde) sözcüğünü de çevirmelerini istemeyi önerdi*” (s.100)
Keyifli okumalar…
Lizbon’a Gece Treni
Pascal Mercier / Çev. İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınları 8.Basım Eylül 2012
* Son Okur
David Toscana / Çev. Pınar Savaş
Kırmızı Kedi Yayınları 1.Basım Ocak 2012
Tomris Sakman
Tayfun Topraktepe
Ocak 2013
Bu yazı daha önce İzafi Dergi’de yayımlanmıştır.
COMMENTS