full hd porno zenci porno sikiş grup toplu porno üniversiteli porno porno

Sergey Dovlatov – Puşkin Tepeleri – Jaguar

Sergey Dovlatov – Puşkin Tepeleri – Jaguar

Önce kitabın adından başlayalım: “Puşkin Tepeleri”…

Aslı ise “Zopovednik”, yani “milli park”, yani “açık hava müzesi”…

O halde çevirmen neden bu adı değiştirip kitaba başka bir isim verme gereği duymuş olabilir? Bence nedeni basit ve anlaşılır. Çünkü olaylar (ya da önemli bir kısmı) Puşkin’in bir zamanlar bulunduğu ve daha sonra bir açık hava müzesine dönüştürülen yerlerde geçiyor… Çünkü “Puşkin” adı Türk okura yabanca değil, hatta kimileri için cazip bile gelebilir… Ve çünkü, yine aynı nedenle “milli park” veya “açık hava müzesi” bir kitap adı için ülkemizde “ilginç” bulunmayabilir…

Belki başka “çünkü”ler de vardır, bilemiyorum, yayınevi ve/veya çevirmenle konuşmak, onların görüşlerini dinlemek gerekir.

Oysa kitabın adı “Açık Hava Müzesi” olarak kalmalıydı. Her şeyden önce yazar böyle dediği için aynıyla kalmalıydı. Dovlatov da bilirdi uzun öyküye “Puşkin Tepeleri” veya “Puşkin Tepelerinde” adını vermeyi ama vermemiş. Dovlatov da bütün SSCB topraklarında ve hatta dünyada Puşkin adının istisnasız herkes tarafından kabul gören, karşı çıkılmayan, sevilen ya da en azından nefret edilmeyen bir isim olduğunu bilirdi ama dememiş işte. Pekiyi, insanın aklına gelmez mi yazarın kitabına neden böyle bir ad vermediği sorusu? …

Dovlatov muhalif bir insandı. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi rejim ve yönetim tarzına şiddetle karşıydı. Onun bu onmaz tavrı bütün öykülerine yansımıştır zaten. Olağanüstü koşullarda ve sıra dışı yöntemlerle gerçekleştirilen bir devrimin arkasından devasa bir coğrafyaya dayatılan diktatörlük rejimi ideolojik anlamıyla dünyada bir ilktir. Daha sonra benzerleri veya kopyaları ortaya çıkmıştır. Ama SSCB her yönüyle ve her anlamıyla bir ilktir. Ülkenin yönetim biçimine, yöneticilerin kişiliklerine ve devleti kullanma biçimlerine, öte yandan her şeye rağmen halkın yaşadığı trajedilerin bitip tükenmemesine bakıldığında ülke gerçek anlamda canlı bir “müze”dir. Bir açık hava müzesidir. Dünyanın neredeyse üçte birini kaplayan gerçek anlamda bir milli parktır.

Puşkin Tepeleri olarak bilinen açık hava müzesi ülkenin bir minyatürüdür. Kitapta geçen herhangi bir detayı, herhangi bir karakteri ya da herhangi bir olayı alın ve hiç çekinmeden SSCB enginliğinin herhangi bir köşesine koyun! İnanın hiç sırıtmayacaktır. Hiç kimse yadırgamayacaktır. Kimse “bu nedir?” demeyecektir. İstasyon büfesini, ayyaş Mişa’yı, harabe köy evini, tur otobüsünü, tasvir edilen herhangi bir manzarayı alın, başına ülkenin herhangi bir kentinin adını yazın, noktayı koyun. Olur… “Puşkin Tepeleri” adı altında aslında Saratov anlatılıyor, Novosibirsk anlatılıyor, Kaluga, Rostov, Vladivostok, Leningrad anlatılıyor… Dovlatov bütün SSCB’yi, o muazzam açık hava müzesini, o devasa milli parkı anlatıyor. Merceği Puşkin Tepeleri üzerine koymak okuyucuya at gözlüğü takmakla aynı anlama gelir.

Uzattım galiba… Ama kitabın adı yanlış… Yanıltıcı… Sınırlayıcı…

Öykü Puşkin Tepeleri’nde değil, aslında SSCB Milli Parkında geçiyor…

 

Gelelim çeviri işine. Gördüğüm eksikleri, yanlışları veya fazlalıkları sıralamadan önce şunun altını kalın ve kırmızı bir markerle çizmek istiyorum. Çeviri dili oldukça güzel, akıcı, aslına uygun ve doğru… Sayın Ayşe Hacıhasanoğlu’nu haddim olmadan kutlamak istiyorum. Bundan sonraki çevirilerini de büyük bir güven ve huzurla okumayı bekliyorum.

Öte yandan kendilerinin de “üreten insan” olarak içine düşmekten kurtulamadığı “hatalar çukuruna” kepçeyi daldırıp delikten süzülemeyenleri masanın üzerine dökmek isterim. Amacım bağcı dövmek gibi bir densizlik değil, aksine, hepimizin, herkesin her ana yapabileceği yanlışlara dikkat çekmek, belki böylece giderek daha sağlıklı, daha duru, daha anlaşılır ve güvenilir çevirilere sahip olmaktır. Bu kez altını siyak keçeliyle çizerek söylüyorum, aynı kitabı ben çevirseydim eminim Ayşe Hocam da en az benim tespit edebildiğim kadar yanlış ve eksik bulup çıkarırdı ortaya.

 

 

Hocamın anlayışına sığınarak aşağıdaki tespitleri sıralıyorum:

 

Tur otobüsü yolda mola veriyor. Aşağıdaki yolcuları toplayıp yola devam etmek üzere:

 

Şoför iki kez sinyal verdi. “Gidiyoruz” dedi Avrora. (Sf.12)

 

Yolcularını almak ve yola çıkmak için iki kez ne sinyali verir, nasıl bir sinyal verir? Elbette Türkçede böyle bir anlam ve anlatım yoktur. Sorun, Rusçadaki “signalit” (сигна́лить) veya “posignalit”, “prosignalit”  fiilini, içinde geçen “signal” sözcüğü yüzünden olduğu gibi Türkçeye aktarıp “sinyal vermek” şeklinde çevirmektedir. Dilimizde “sinyal vermek” dendiğinde akla gelecek ilk anlam ise “sağa/sola dönmek üzere sinyal lambalarını yakmak” veya “karşıdan geleni uyarmak amacıyla selektör yapmak” eylemleridir. Oysa bu fiil “korna/düdük/klakson çalmak” (бибикнуть) yerine de kullanılır. Yani burada otobüs iki kez “Dat! Dat!” şeklinde korna çalmıştır.

 

Bir yemek masasındayız. Yenilen şey:

 

Çeka görevlisi bütün dikkatini vererek tütsülenmiş ördeğini yiyip bitirmiş. (Sf.20)

 

Ördek tütsülü değil. Kaynak metinde tütsülenmiş, füme, isli sıfatlarına karşılık gelen “kopçonaya” (копчёная) sözcüğü yok. Dahası basbayağı “tuşonaya” (тушёная) sıfatı kullanılmış ki “sote”, “haşlama” ve hatta belki “buğulama” anlamında kullanılabilir. “Tuşit” (тушить) fiili haşlama-sote-hafif kızartma anlamlarında biraz karışık bir anlama sahiptir. Ancak tütsüleme/füme işlemiyle herhangi bir ilgisi yoktur. Yanlış bir tanımlama olmuş

 

Öykünün kahramanı kendisini geçici olarak bir otele yerleştiren Galin’ya teşekkür ediyor. İşi biten kız gitmek üzeredir:

 

-Sizi geçireyim mi?

-Uydu kentte oturuyorum. -diye gizemli bir karşılık verdi kız.

Daha sonra açık seçik, kolayca anlaşılacak bir şekilde, son derece açık seçik ve anlaşılır bir şekilde “Geçirmek zorunda değilsiniz… Hem sanmayın ki, ben öyle…”

Başını eğerek mağrur bir selam verdikten sonra uzaklaştı. (Sf. 21)

 

“Daha sonra”… diye başlayan cümleyi birkaç kez okudunuz mu? Ya da en azından bir kez daha… Ben okudum. “Acaba”, diye geçirdim içimden, “yanlış mı yazılmış?”. Sonra metnin orijinal haline baktım.

 

– Проводить вас?

– Я живу в микрорайоне, – таинственно реагировала девушка.

Затем – отчетливо и внятно, чересчур отчетливо и внятно:

– Провожать не обязательно… И не думайте, что я такая…

 

Evet, söz konusu cümlede vurgu yapmak amacıyla bir tekrarlama yapılmış. Bizdeki “çok ama çok istiyorum” türü bir tekrar… fakat çeviri metninde bu tekrar yeterince anlaşılır bir ifadeye sahip olmadığı için “yanlış yazılmış” izlenimi veriyor. Araya bir “hem de” ekleyip yeniden okuyalım:

 

Daha sonra açık seçik, kolayca, hem de son derece açık seçik ve anlaşılır bir şekilde…

 

Evet, sanırım daha anlaşılır oldu.

Aynı cümlesinin son kısmı da bana kalırsa biraz havada kalmış gibi duruyor. “Hem sanmayın ki, ben öyle…” diyerek bitiriyor kız söyleyeceklerini. Tamam, ama ne demek istiyor? Belki metnin akışından bir çıkarsama yapılabilir, hatta doğru tahmin edilebilir. Ancak buna gerek yok. Çünkü kaynak metin zaten durumu yeterince açıklıyor ve “И не думайте, что я такая…”, yani (klasik söylemdir) “ben o bildiğiniz kızlardan değilim” diyor. Bu şekilde çevirmek belki Sn. Hacıhasanoğlu’na fazlasıyla “banal” gelmiş olabilir. Kim bilir…

 

Yazar çocukluğunu anımsıyor:

 

… Dalların altında masa tenisi… Topun tok ve sert sesi… Verandadaki danslar… (Abim gramofonu kurma işini bana havale derdi.) Gleb Romanov… Rujena Sikora… “Seninle Bükreş’te olduğumu hayal ettim.” (Sf.24)

 

Paragraf burada bitiyor ve başka konuya geçiliyor. Oysa kitabın aslında bir cümle daha var. Daha doğrusu bir şarkı adı daha: “Eta pesnya za dva soldi, za dva groşa…” Anlamı: “Bu şarkı iki soldoluk, iki kuruşluktur.” (soldo, soldino: İtalya’da 12-19. Yüzyıllarda kullanılmış  “kuruş” anlamında “bozuk para”).

O halde çeviri, eksik cümlesiyle (şarkı adıyla) birlikte şöyle olacak:

 

… Dalların altında masa tenisi… Topun tok ve sert sesi… Verandadaki danslar… (Abim gramofonu kurma işini bana havale derdi.) Gleb Romanov… Rujena Sikora… “Bu şarkı iki kuruşluktur“… “Seninle Bükreş’te olduğumu hayal ettim.

 

Bu da Rusçası:

(Глеб Романов… Ру-жена Сикора… “Эта  песня  за  два сольди, за два гроша…”, “Я тобою в Бухаресте грезил наяву…”.)

 

Açık Hava Müzesinde çalışan insanlar anlatılırken şöyle bir meslek adı geçiyor:

 

Sonra otuz yaşlarında, çirkin bir kadın olan metot uzmanı çıktı ortaya. (Sf. 28)

“Metot Uzmanı” tamlaması kitap boyunca karşımıza çıkıyor. Baktım ettim, dilimizde böyle bir “meslek adı” yok. (Umarım ben bilmiyorumdur ve ya bulamamışımdır…)

Kitabı okuyanlar belki olayların akışı ve yeri yardımıyla bu sözcüğün anlamını tahmin edebilirler. Ama ne olursa olsun, Türkçesini okurken göz ve kulak tırmalıyor. Daha pürüzsüz ve anlaşılır okuma amacıyla sözcüğün yerine “eğitmen” kullanılabilirdi.  Biraz açıklama yapmam gerekiyor sanırım:

Bir açık hava müzesine/milli parka rehber olmak amacıyla geliyorsunuz. Bilgilisiniz, yeteneklisiniz vesaire. Ancak o bölgede/mahalde rehberliğin nasıl yapılacağını birilerinin size anlatması, yol göstermesi, izlenecek yolu yordamı göstermesi, nasıl bir metot takip edilmesi gerektiğini öğretmesi gerekir. Rusçada herhangi bir alanda bu bilgileri veren kişilere “metodist” (методист) denir. Bizde denmez.

 

Müze Müdürü Viktoriya Albertovna… Yazar kendisiyle tanışır, müze ve parkla ilgili sohbet ederler. Sohbetin sonunda geçen bir cümle:

 

Birden eğildi. Bir buğday başağı kopardı… (Sf.40)

 

Müdüre Hanımın eğilip yerden kopardığı şey evet, bir başak… Ama “buğday başağı” değil. Buğday başağı başka bir şey, yol kenarlarında yetişen ve (belki buğdaygillerden) onlarca farklı çeşidi bulunan birtakım otların ucundaki başak başka bir şey. Metnin aslında sadece “zlak” (злак)   sözcüğü geçiyor. “Başak” demek. Ancak az önce belirttiğim gibi, başaklar veya başak görünümlü uçlar veren otların uç kısmına verilen bir isimdir. Aksi belirtilmediği için “buğday başağı” denmesi biraz “gönlümden öyle geçti” kıvamında bir yakıştırma olmuş.

 

Alihanov (öyküdeki esas oğlan) müstakbel karısıyla konuşuyor:

 

-Nerede çalışıyorsunuz?

-Leningrad Mekanik ve Optik Enstitüsü İdari İşler Bürosu’nda. Ya siz? (Sf.73)

 

Şöyle yapalım: Ankaralı bir gençsiniz. Ankara’da bir genç kızla tanışıyorsunuz, soruyorsunuz:

-Nerede okuyorsunuz?

-Ortadoğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümünde. -diyor…

Oldu…

Hiç kimse böyle bir yanıt vermez. Bir Leningradlı bir başka Leningradlıya yukarıdaki gibi bir şecere saymaz. Kaldı ki istisnasız bütün Ruslar kısaltmalarla konuşur, kısaltmalarla konuşmayı severler ve iki kelimelik bir tamlamayı bile kısaltırlar. Bir Rus’a “Dışişleri Bakanlığı” dedirtemezsiniz, onun için varsa yoksa “MİD” vardır.

Yukarıda verdiğim diyalogda da kız doğal olarak LİTMO’da çalıştığını söylüyor. Öyle “adamı elinden kaçıracak” uzunlukta tiratlar döktürecek hali yok tahmin edeceğiniz üzere. Bir çevirmen olarak biz de öyle yapmak, yani oraya LİTMO yazmak zorundayız. Sonra da dipnot olarak açıklamasını yapmak…

 

Bir restorandayız. Garson kız gelir:

 

Sonra Tatyana gözleme, şarap, çikolata ısmarladı. (Sf. 87)

 

Sipariş verilen üç kalemden sadece “şarap” doğru.

“Çikolata” şaibeli, “gözleme” ise külliyen yanlış.

 

Sokağa çıkıp (gerek yok, yanınızdaki herhangi birine) “çikolata” dediğinizde herkes, doğudan batıya, kuzeyden güneye, hangi kökten gelirsek gelelim, hepimiz “çikolata” anlarız. Lâmı cimi yok bunun. Tıpkı portakal dendiğinde herkesin “portakal” anlaması gibi…

Oysa yetmişli, seksenli yıllarda Rusya’da çikolata (bizde olduğu gibi) lükstü, pek bulunmazdı, bulunursa da pahalıydı, falandı, filandı. Çevirmen, kaynak metinde geçen “konfetı” (“kanfetı” okunur) sözcüğünü hem burada, hem de kitabın başka yerlerinde hep “çikolata” olarak çevirmiş. Oysa kelimenin asıl anlamı “şekerleme”dir. Bildiğiniz hışırtılı, alacalı bulacalı kâğıtlara sarılmış şekerler, şekerlemeler yani. Evet, bunların türlü türlüsü vardır, karamellisi, hatta çikolata kaplı gofretimsi türleri de vardır ama bunlar çikolata (Rusçası “şokolad” / “şıkalad” okunur”) değildir. Öyle olsaydı Sergey Dovlatov da “şokolad” (шоколад) yazardı. Oysa adam ısrarla “konfetı” (конфеты) yazıyor. Yokluğun, kıtlığın kol gezdiği ve market raflarına farelerin taht kurduğu bir dönemde bir köy meyhanesinde çikolata bulamazsınız. Çok şanslıysanız dişlerinizi sızlatacak bir kâğıtlı şeker (belki karamellisinden) yiyebilirsiniz.

Bir de “gözleme” vardı. Çok Türkçe oldu… gözleme… Oysa kaynak metinde “krep” (блины- blinı) yazıyor. Bildiğiniz krep (tarifini verecek değilim, korkmayın)… Gözleme ile belki köyden akrabadır. Ama krep yerine gözleme yazmak, smetana yerine yoğurt demekle aynı kapıya çıkar, bilesiniz…

Ha, ben bu arada Ayşe Hocamın “blinı” denilen şeyin ayıptır söylemesi “krep” olduğunu” bilmediğini düşünmüyorum bile. Böyle bir olasılık yok! İyi de niye böyle çevirmiş o zaman? Daha anlaşılır olsun diye mi? Okuyucunun işini kolaylaştırmak için mi? Aman efendim yapmayın, etmeyin… Kaş yaparken göz çıkarırsınız… Bazı özgün kavramları korumak zorundayız. Kvas gibi, smetana gibi, krep gibi, balalayka gibi…

 

Zıpır gencin biri içiyor, içtikçe anlatıyor:

 

“Çok para kazanıyorum… Ayyaşlık nöbetinden çıkar çıkmaz mangırların içinde yüzerim. Bir foto bir ruble… sabah üç onluk… akşam yüzlerce… Hiçbir mali denetim yok… Geriye ne yapmak kalıyor? İçmek… Kursk Manyetik Anomali’miz (*) doğuyor. Bir gün çalışıyor, bir hafta içiyorsun… (Sf. 112)

 

Neymiş Kursk Manyetik Anomalisi, sayfanın dibinde anlatılıyor (ç.n.) ibaresiyle:

 

(*) Kursk Manyetik Anomalisi: Orta Rusya’da demir cevheri açısından zengin bir bölge.

 

Anladınız mı? Bir bölgeymiş. Peki, insan çok içince ne oluyormuş? Orta Rusya’da demir cevheri açısından zengin bir bölge mi oluyormuş? Öyle bir bölge mi doğuyormuş?

Olmuyor elbette. Çeviri anlaşılmıyor bu haliyle.

Evet, metnin aslında da yazan Kursk Manyetik Anomalisi (курская магнитная аномалия) o bölgenin adı. Devasa ölçülerde bir maden çukuru… Ama konumuzla ne ilgisi var?

Sayın Hocama aslında son sözcüğe dikkat etseydi bize daha anlamlı, daha anlaşılır bir çeviri yapabilir ya da en azından bu üç sözcüğün konuyla ilgisini dipnot olarak açıklayabilirdi. Nedir son sözcük? Tıbbi dünyasında “sıra dışı” durumlar için kullanılan bir sözcük. Kursk Bölgesinin devasa maden çukuru sıra dışılığı ve “anormal” büyüklüğü yüzünden bu tıbbi terimle anılır. Ancak önemli olan ayrıntı burada yatağın/çukurun/kuyunun uzaydan görülecek kadar geniş ve derin olması da değil. Önemli olan yukarıdan bakıldığında insanı içine çeken helezonik görüntüsü. Sağlık veya sarhoşluk nedeniyle yaşanabilecek bir baş dönmesi Kursk Maden Anomalisi ile eşleştirilmek isteniyor. Bir gün çalışıp bir hafta içince gerçek bir anomali yaşanıyor olmalı ki anlatıcı böylesi bir benzetme yapıyor.

 

Aynı arkadaş SSCB’den kaçmayı düşünmüş. Hem de Türkiye üzerinden:

 

-Eskiden botla Türkiye’ye gitmeyi düşünürdüm. Atlas bile almıştım. Ama batırıyor alçaklar… Geçmişte öyleydi. Nasıl derler, geçmiş ve düşünceler… (Sf. 115)

 

Arkadaşın adı Markov. Entelektüel biri. Konuşurken sürekli alıntılar, benzetmeler yapıyor. Her iki cümlesinden biri bildik sloganlar, aforizmalar, deyişlerden oluşuyor.  Bu yüzden çevirmen ikide bir o aforizmanın veya sloganın ne olduğunu “dipnot” olarak açıklamak zorunda kalıyor, cümlelerin kimden alıntı olduğunu anlatıyor. Ancak yukarıda verdiğim cümlede bunu yapmamış. Yani burada geçen “atfı” görmemiş, görememiş veya bilmiyor. Söz konusu atıf Herzen’e…

Geçmiş ve Düşünceler… (Rusçası “Bıloe i Dumı”). Aleksandr Herzen’in anılarını ve düşüncelerini bir araya getirdiği eserin adı.

Evet, eğer böyle bir eserin varlığından haberiniz olmazsa, ya da en azından o anda aklınıza gelmezse çeviri de yukarıda olduğu gibi “anlamsız” veya “gereksiz” sözcüklerin peş peşe sıralandığı bir lâf kalabalığına dönüşüverir.

 

Kim kime demiş önemli değil, şöyle bir cümle ve sayfa dibinde de bir açıklama var:

 

-Benim Burattino’ma (*) göz kulak olursunuz artık. (Sf. 120)

 

(*) Burattino (İtalyanca): Ahşap kukla, hayal ürünü bir tip (ç.n.)

 

Evet, Ruslar Burattino der, çünkü kendileri uydurmuş, icat etmiştir bu tipi. Doğrudur bir kukladır, bir çizgi film kahramanıdır. Aleksey Nikolayeviç Tolstoy tarafından kaleme alınmıştır. Ancak A.N.Tolstoy bu karakteri kendi hayal gücüyle var etmiş değildir. Kaynağına inerseniz tanıdık bir isimle karşılaşırsınız. Pinokyo! Evet, bildiğimiz Pinokyo! Hani yalan söyledikçe burnu uzayan ahşap kukla…

Gereksiz bir açıklama mı geldi size? Olabilir, tartışacak değilim. Ancak birisi “Benim Burattino’ma göz kulak olun!” dediğinde mi kafanızda bir tip canlanıyor yoksa benim Pinokyo’ma bakarak olun!” dediğinde mi? O halde içki düşkünü Markov için “Pinokyo” sıfatını kullansaydık daha sıcak, daha yakın ve daha anlaşılır olmaz mıydı?

Ha, bütün bu söylediklerim çevirinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Sadece okurun işini kolaylaştırmaya çalışıyorum, o kadar…

 

Genel bir tespit:

 

İspirtonun zararları hakkında onlarca kitap yazılmıştır. (Sf. 132)

 

Bu “ispirto” sözcüğü kitabın başka yerlerinde de geçiyor.

Sevgili Ayşe Hocam, varsa torununuza, yoksa herhangi bir çocuğa “ispirto” deyin ve bekleyin. Bakalım nasıl bir yanıt alacaksınız…

Ya da bir markete gidip ispirto isteyin…

İspirtonun ne olduğunu bilebilecek “harika çocuk”lara hemen ardından ispirtonun zararlarını da sorun!

Alkol efendim alkol! ALKOL! Bildiğiniz alkol…

Rus’un bazen “spirt” dediği şeye alkol denir bizde.

 

— Dı End —

COMMENTS

WORDPRESS: 0