Epey uzun zaman önce, yeni olmayan ama daha çok uzun süre güncelliğini koruyabilecek bir kitapla ilgili yazmak üzere bir not almıştım.
16 Mayıs 2015’te “Gerçeğin Yalanı” diyen bir yazım da şöyle bitiyordu:
“Gerçeğin adı hangi dildedir? Peki gülün adı?”
Yanıtı o kitapla ilgili yazacağım yazının girişinde vermeyi planlamıştım. En azından benim için ve şimdilik, gülün adının İtalyanca olduğunu söyleyecektim.
Ne yazık ki zaman yine benden hızlı davrandı. Ben henüz notlarımı bile toparlayamadan “Gülün Adı” aramızdan ayrıldı.
Umberto Eco artık yok.
Umberto Eco’ya Gülün Adı’nı yazdığı için bir gül veren kaç kişi olmuştur?
Artık bir başkasına gül vermek çok kolay. İnternet üzerinden bir çiçekçiye ulaştığınız anda dünyanın herhangi bir yerine, gerçek bir gül gönderebiliyorsunuz. Bilgisayar dünyasında yaşayan bir gülü bulup göndermekse çok daha kolay. Sonsuz seçenek arasından sizi ve göndereceğiniz kişiyi en çok birbirine bağlayacağını düşündüğünüz düzenlemeyi seçip kısa bir not yazınca gül canlanıyor, tatlı bir müzikle dans etmeye başlıyor, ekranları okyanusları aşıp dünyayı kaç kez dolaşıp sizin için çok özel o kişinin ekranından yüreğine düşüyor.
Umberto Eco’ya Gülün Adı’nda diken gördüğü için kaç kişi kızıp eleştirisini bildirmiştir?
Artık tepki göstermek kolay. Mesajlarla, imza kampanyalarıyla eleştiriler iletilebiliyor.
Peki Umberto Eco’ya Gülün Adı’nı yazdığı için, bununla yetinmeyip öfkeyle saldıranlar da olmuş mudur?
Bilgi cehaleti yenebilir, düşünceyi ve tartışmayı kendi düzeyine çıkarabilir mi?
Yoksa kör inançlar vahşi çıkarları beslediği sürece; bir güçle desteklenmeyen bilgi hep korunmasız, bıçak sırtında mı olacaktır?
….
Çağdaş Dünya Yazarları Kitapları arasında yayımlanmış ve özgün adı “Il Nome Della Rosa” olan Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabının girişinde bir manastır planı yer alıyor. Resimdeki harfler küçük ve el yazısıyla yazılmış, güçlükle okunuyor. Baskı pek iyi değil. Ama yer adlarını veren liste okunaklı. Hastane, Hamam, Aedificium, Kilise, Avlu, Yatakhane, Toplantı Salonu, Ağıllar, Ahırlar ve Demirhane.
Sayfayı çevirince “Doğal Olarak Bir El Yazması” buluyoruz:
“16 Ağustos 1968’de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmış bir kitap geçti elime: Melk’li Dom Adso’nun, Dom J. Mabillon’un baskısından Fransızca’ya çevrilmiş elyazması (Presses de l’Abbaye de la Source, Paris, 1842) Gerçekten oldukça yoksul tarihsel bilgilerin eklendiği bu kitabın, Benedikten tarikatının tarihine ilişkin çok şey borçlu olduğumuz, on altıncı yüzyılda yaşamış büyük bir bilgin tarafından bulunmuş olan, on dördüncü yüzyıla ait bir elyazmasının tıpkısı olduğu öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik sıraya göre üçüncü olan kendi buluşumdan söz ediyorum), sevdiğim birisini beklemek üzere Prag’da bulunduğum bir sırada beni neşelendirdi. Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz kenti istila ettiler.”
Fransız araştırmacıların güvenilir yaşamöyküsel bilgi konusundaki savrukluklarından, büyülü anlardan, sanrılardan, düşlerden soz ediliyor. Sonra 1970’e, Buenos Aires’e, küçük bir sahafın raflarındaki İspanyolca bir kitapçığa gidiyoruz. Milo Temesvar, “Satranç Oyununda Ayna Kullanılmasına Dair”. Bununla kalmıyor, aktaranın “Apocalittici e Integrati” adlı çevirisinin ve artık bulunması olanaksız olan Gürcü dilindeki özgün yapıtın (Tiblis, 1934) adları geçiyor, bu kitapta da Adso’nun el yazmasından alıntılar olduğu, ama kaynağının Vallet ya da Mobillon değil Peder Athanasius Kircher olduğu belirtiliyor. Temesvar’ın aktardığı olayların ve özellikle labirentin betimlemesinin Vallet’nin elyazmasındakilere tıpatıp uymasına dayanan sonuçlar açıklanıyor:
“Bundan, Adso’nun anılarının, doğru olarak, anlattığı olaylarla aynı niteliği paylaştığı sonucunu çıkardım. Başta yazarın adı, en sonunda da, Adso’nun caymak bilmez bir titizlikle suskun kaldığı manastırın yeri olmak üzere, birçok gölgeli gizeme bürünmüştü bu anılar.”
“Betimlenen olayların geçtiği döneme gelince, 1327 Kasım’ının sonunda oluyor olaylar; öte yandan, yazarın bunları ne zaman yazdığı kesin değil. 1327 yılında kendisinin bir çömez olduğuna ve anılarını yazdığı sırada ölüme yakın olduğunu söylediğine bakılırsa, elyazmasının, on dördüncü yıl yüzyılın son on ya da yirmi yılı içinde yazıldığını kestirebiliriz.”
“Abbet Vallet’nin kitabını keşfettiğim yıllarda, insanın yalnızca şimdiki zamana karşı bir yükümlülükten ötürü dünyayı değiştirmek için yazması gerektiğine dair yaygın bir inanç vardı.”
“Salt yazma sevgisinden ötürü yazabilmek yazın adamının avuntusu şimdi.”
“Doğal Olarak Bir El Yazması” yerini bir “Not” bölümüne bırakıyor, burada Melk’li Adso’nun elyazması tanıtılıyor:
“Adso’nun elyazması yedi güne ayrılmış, her gün de, dua saatlerine denk düşen dönemlere. Üçüncü kişi ağzından yazılan alt başlıklar olasılıkla Vallet tarafından eklenmiştir.”
….
Bir ölçüde metinden, bir ölçüde de Edouard Schneider’in Les Heures benedictines (Paris, Grasset, 1925) manastır yaşamı betimlemesiyle karşılaştırılarak çıkarıldığı belirtilen bir zaman şeması veriliyor:
1. Mattutino (Geceyarısı) Gece 2:30-3.
2. Laudi (Alacakaranlık) Sabah 5-6.
3. Prima (Tansökümü) 7:30’a doğru, gündoğuşundan az önce.
4. Terza (Sabah) 9’a doğru.
5. Sesta (Öğle) Öğle, (rahiplerin tarlada çalışmadığı bir manastırda öğle yemeği zamanı).
6. Nona (İkindi) Öğleden sonra 2-3.
7. Vespro (Günbatımı) 4:30’a doğru, günbatımı (Kural, karanlık basmadan akşam yemeği yenmesini öngörür).
8. Compieta (Akşam) 6 dolayları (rahipler saat 7’den önce yatarlar)
Çevirmen Şadan Karadeniz buradaki dipnotta, Türkçe karşılıkların seçiminde bu saatlerin belirledikleri zamanları esas alarak denk düşecek zamanları belirleyen sözcükleri kullandığını belirtmiş.
Ardından, “Gülün Adı Üstüne” başlıklı sunuşuna yer vermiş. “Umberto Eco ve Gülün Adı” başlığı altında Eco’nun ve kitabın öyküsünü anlatmış:
“İtalya’da, Bologna Üniversitesi’nde öğretim üyesi, semiolog, tarihçi, filozof, estetikçi, ortaçağ uzmanı ve James Joyce üstüne derin araştırmalar yapmış çok yönlü bir bilim adamı olan Umberto Eco’nun bu ilk romanı, İtalya’da ilk yayımlanışından (1980) bu yana tam on üç kez basıldı; yirmiyi aşkın dile çevrildi; tüm dünyada olağanüstü bir ilgi uyandırdı, yankıları hala sürüyor.”
“Gerçekten de Eco günümüzü yalnızca televizyon aracılığıyla tanıdığını, oysa ortaçağı doğrudan, dolaysız bildiğini söylüyor.”
“Tam anlamıyla ve her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte, Gülün Adı kesinlikle çağdaş bir roman. Okura o çağla çağımız arasında kaçınılmaz analojik bağlar kurmayı esinliyor.”
Kitabı “çağdaş romana yepyeni bir uzun soluk getiren” ve “ortaçağ art alanında gelişen” bir tarihsel roman olmasının yanında, “ustaca kurulmuş polisiye bir öykü ve en önemlisi, olağanüstü bir dil ve sanat yapıtı” olarak niteleyen Şadan Karadeniz, Benedikten çömezi Melk’li Adso’nun manastırdaki görevinde eşlik ettiği Baskerville’li William’ı şu sözlerle tanıtmış:
“Baskerville’li William, tanrıbilim açısından inanç ve usun bir bileşimini yapmak için girişilen tüm çabaları yadsırken, doğa bilimi açısından, bilgiyi doğrulanabilir yaşantıların sınırları dışına taşırmayan bir ampirist olarak ortaçağ düşüncesinde bir dönüm noktasını belirleyen Ockham’lı William’ın ve Padua’lı Marsillo’nun arkadaşıdır.”
Çevirmen Şadan Karadeniz romanın adından da söz etmiş:
“Kitabın ilk baskısından üç yıl sonra, Umberto Eco, Alfabeta’da (Haziran 1983, Sayı 49) yer alan, Il Nome della Rosa’ya ilişkin Postille’de, romanına kaynaklık eden elyazmasının nasıl eline geçtiğine ve kitabın yazılış sürecine ilişkin ilginç açıklamaların yanısıra, çeşitli ülkelerden okurların kendisine yönelttiği soruları yanıtlarken, kitabın adına da değiniyor.”
Eco’nun Kırmızı ve Siyah, Savaş ve Barış, Goriot Baba, Üç Silahşörler gibi kitapların adlarından söz ettiğini, romanı için Suç Manastırı ve Melk’li Adso gibi adları niçin uygun görmediğini anlatarak Eco’nun on ikinci yüzyılda yaşamış bir Benedikten olan Bernardo Morliacense’nin De comtempto mundi’sinin bir dizesinin esinlediği adı niçin seçtiğini aktarmış:
“Çünkü gül simgesel bir şeydir ve öylesine anlamlarla yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı yoktur: gizemlidir gül ve bir gül, güllerin yaşantılarını yaşamıştır; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür…”
Şadan Karadeniz, çeviriyle ilgili zorlukları da özellikle vurgulamış:
“Gülün Adı, çevirmeni üstesinden gelinmesi güç zorluklarla karşı karşıya bırakan bir kitap. Yoğun ortaçağ ortamı, Hıristiyan düşüncesinin kendine özgü kavram ve sözcükleri, yapıtın alegorik niteliği, şifrelerle dolu oluşu, düşüncenin büyük ölçüde tasımlarla gelişmesi, Latince alıntılar, sözdizimi ve yapısıyla dilin, özellikle biçemin yer yer çağdaş sayılamayacak bir İtalyanca oluşu, az rastlanan sözcüklere yer verilişi, Eco’nun kendine özgü mizahı ve dili.”
Kaynak yapıtın bir başka dilde, içerdiği Latince alıntılar nedeniyle özellikle de Latince ile alfabeden başka uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan Türkçe gibi bir dilde yeniden yaratılmasının güçlüğünü hatırlatarak olası yanlışlıklar, eksiklikler, yanlış anlamalar ve gözden kaçmalar için okurların bağışlayıcılığına sığınmış.
….
Öndeyiş” diyor kitap ve tanrısal bir başlangıç yapıyor:
“Başlangıçta Söz vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı’ydı.”
Yaşamının sonuna varmış anlatıcı, ağır ve hasta gövdesiyle, gençliğinde gözlemlediği olağanüstü olaylara tanıklığını bir parşömen üzerine bırakmaya hazırlanıyor.
Sonra kitabın öyküsü, kişileri ve geçtiği dönemle, 14. yüzyılla ilgili yoğun bilgiler veriliyor. İmparator Ludwig’in adı kötüye çıkmış bir sapkını şaşırtarak Kutsal Roma İmparatorluğu’na saygınlığını yeniden kazandırmak için İtalya’ya gelişinin, 1327 yılı sonlarına doğru yaşanan olaylarla ilgili tanıklığın sözü ediliyor.
Adso’nun “kendisini ünlü kentlere ve eski manastırlara götürecek bir görev üstlenmek üzere olan bilgili bir Fransisken’in, Baskerville’li rahip William’ın yanına” verilmesinin kararlaştırıldığını öğreniyoruz. Çevirmenin notu Benedikten tarikatını “Yaklaşık 480-547 yılları arasında yaşamış olan Nursia’lı Ermiş Benedict tarafından kurulmuş olup, adını ancak 14. yüzyılın ikinci yarısında bu ermişin adından alan bir tarikat” olarak tanımlıyor. Adso ve William’ın öyküsü başlıyor:
“Böylece William’ın hem yazmanı, hem öğrencisi oldum; bundan ötürü de hiç pişmanlık duymadım; çünkü onunla birlikte, şimdi yaptığım gibi bizden sonra geleceklere iletmeye değer olaylara tanık oldum.”
Adso, William’ın bilgisini görünce duyduğu şaşkınlığı ve onun Roger Bacon’dan söz edişini anlatıyor:
“Araç gereçler, doğanın maymunu olan sanatın ürünüdür, derdi; onun biçimlerini değil, işleyişini yeniden üretirler.”
“Roger Bacon, saygı duyduğum üstadım, tanrısal tasarımın bir gün makine bilimini, bu doğal ve sağlıklı büyü bilimini içine alacağını öğretti bize.”
Tek bir adamın yönettiği çok hızlı gemilerin, ölçülmez hızla giden arabaların, uçan donanımların adları geçiyor.
Adso’nun elyazmasının yedi gününün ilki, bir tansökümüyle başlıyor.
William, Alanus des Insulis’ten çevirmenin dipnotuyla anlamını gördüğümüz Latince bir alıntı yapıyor:
“Dünyadaki tüm yaratıklar
kitap ve resim gibi
aynadaki gibidir bizim için”
….
William ve Adso’nun manastırdaki yedi gününde gözüme çarpan ayrıntıları, belki de içerdiği bilginin zenginliği nedeniyle alıntı sınırlarını gereğinden çok fazla zorlayarak, yukarıda aktarmaya çalıştım.
Oldukça uzun bir yazı oldu, Kuşkusuz kitaptaki düşünceleri, olayları, kişileri, yaklaşımları tümüyle kavramak ve özetlemek hiç kolay değil. Yeniden ve yeniden okunabilecek ve her geçişte yeni izler bırakabilecek, farklı yollar açabilecek bir kitap.
Herkes okuduğunda Türkiye ve dünya için daha güzel bir yaşam kurulmasına katkı sağlayacak bir kitap olabilir mi?
Belki de Gülün Adı; bir köy, bir kasaba, bir kent, bir ülke, bir dünya okuduğunda geleceği değiştirebilecek bu kitaplardan biri olabilir.
Gülün Adı için bir polisiye roman ya da suç romanı denebilir mi bilmiyorum. Ama kitap, içindeki yaklaşıma ve düşüncelere katılanlar ve katılmayanlarca okundukça, içeriğinde yaşanan deneyimleri anlayarak kendi yorumlarını geliştirmeye çalışanların sayısı arttıkça, farklı bölgelerden ve açılardan bakarak öncekileri aşan kitaplar yazıldıkça, Türkiye’nin ve dünyanın yeni ve daha aydınlık bir geleceğe yaklaşacağı düşünülebilir.
….
Umberto Eco ve kitaplarıyla, Jean-Jacques Annaud’nun “Gülün Adı” filmiyle ilgili kaynaklara ulaşmak zor değil. Değişik kaynaklarda yaşamını ve yapıtlarını konu alan kitaplar ve yazılar bulunabiliyor. Kitabın konusunu, karakterlerini, tarihsel bağlantılarını ve yazarın yaşamını kısaca özetleyen bilgilere de; ayrıntılı çözümleme ve değerlendirmelere de rastlanabiliyor. Felsefe kitaplarının listesi veriliyor, bir “Bondolog” olduğu belirtiliyor.
Bir insanın kim olduğunu, ne yapmak istediğini ve ne yaptığını kendisi bile tam olarak bilemeyebilir. Ortaçağ Umberto Eco’nun bilincinde bu denli önemli bir yer tutmasa, günümüzün olaylarına bakışı ve anlatma biçimi farklı olabilirdi. “Gülün Adı” yazılsa bile, bu gülün değil, bambaşka bir gülün yansımaları olabilirdi.
Ama işte Gülün Adı Umberto Eco’nun bilincinden süzülüp yansıyarak sözcüklerle insanlara ulaştı. Sinemaya da uyarlandığı için yazının sınırlarının dışında kalanlara da bir ölçüde ulaşabildi.
Umberto Eco yeni başlıklarla yeni kitaplar yazdı. Gülün kaç adı vardır? Onları bulmaya kaç yaşam yetebilir?
….
Özet verilemiyor.
Olaylar, kişiler, yaşamlar, düşünceler, inançlar.
Sözle anlatılabilir.
Adso yedi günün öyküsünü anlatıyor. Her bölümün başında ana konuyu belirtiyor.
Yedinci günün başlangıcındaysa Adso, her bölümün girişinde verilen özeti yazamamış, “Burada anlatılan olağanüstü açıklamaları özetlemek, bölüme eşit uzunlukta bir başlık olurdu; bu da alışılagelene ters düşer” demiş.
Özet verilemiyor. Kitaba da.
Galiba “Gülün Adı” için de özet verilemiyor.
Bu yazı, Sanatlog’da “Eşsiz Bir Okuma Serüveni: Gülün Adı” ve Kitap Arkası’nda “Gülün Adı” başlığıyla yer alan yazılardan kısaltılarak derlenmiştir.
Umberto Eco, Gülün Adı, Türkçesi Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 1986.
I:\DataMain\Ozel\MA\Yazilar\Site\SanatLog\2016\16-10
http://kitapdili.blogspot.com/2016/09/gulun-ad.html
Eşsiz Bir Okuma Serüveni: Gülün Adı, Mehmet Arat, Sanatlog, 2016
COMMENTS