“Belki de hayatı öperken biraz ileri gittim ve bütün yapıyı zayıflattım.”
Yağmur Kral’ın kahramanı Eugene Henderson’ın yaşam karşında ayarsızlığını kendi ağzından en iyi anlatan cümlenin bu olduğunu düşünüyorum. Kitabın başındaki tanıtım yazısında Henderson için, Saul Belllow’un “1959 tarihli Yağmur Kral ile 1960’lardan 2000’lere kadar yazacağı kitaplardaki hayatın anlamını arayan erkek entelektüel kahramanlardan ilki’ denmiş. Ben o tarihler arasında yazılanları henüz okumadım. Bu kitap dışında, yazarın okuduğum iki kitabı Boşlukta Sallanan Adam ve Günü Yaşa, Yağmur Kral’dan daha önce yazılmış. Yine de o iki romanın, orta yaşlı, sürekli bunalan kahramanlarını Yağmur Kral’ın Henderson’ı ile başladığı söylenen miadın öncülleri sayabiliriz diye düşünüyorum. Ortak noktaları çok.
Yalnız, Henderson manasızlığı sorgularken bile onu sürekli hareket etmeye zorlayan içindeki kontrolsüz yaşam sevgisi yüzünden diğer ikisinden ayrılıyor elbette. Bir de şartlar bakımından oldukça farklı bir yerde. Onlar gibi baş etmesi gereken ekonomik sıkıntıları yok. Amerikalı, zengin, iri kıyım, şehvetle kendini size ve kendisine anlatan, insanı sinir etse de güldüren ve itici özelliklerini sizden önce görüp dillendirerek ayrıca bir sevimlilik kazanan, ellili yaşlarda bir roman kahramanı var karşımızda. Sadece huylarıyla değil fiziksel özellikleriyle de sık sık dalga geçen, yüzünü “ pek çok duygu, özellikle kötü olanları suratımdan dünyaya el sallar” diye tanımlayan, bir boğaya benzettiği bedenindeki gücü mutlu bir güç olarak görmeyen, hatta kendini formda tutan şeyi “keder” olarak adlandıran biri Henderson.
“Başka birinin daha iyi doldurabileceği bir yeri işgal ettim duygusu, varoluşsal bir sorun olarak üzerime çöktü” diyerek, koca gövdesiyle savrulup duruyor ve dünyadaki yerini ararken, kendini zora soktuğu her anı da anlamamızı istiyor bizden. Kahramanın dilinden yazılmış 343 sayfalık kitapta, bu tuzu kuru adamın acı çekmek için somut nedenlere ihtiyacı yok. O da bunu iddia etmiyor zaten.
“ Amerika çok büyük, herkes çalışıyor, üretiyor, kazıyor, buldozerle yıkıyor, kamyonla taşıyor, yüklüyor, sanırım acı çekenler de aynı hızla acı çekiyor” diye basit bir şekilde açıklıyor durumunu.
Evet, bazen sığ ve tez canlı, kendini çabuk havaya sokan hatta öven cümleleri ile sinir bozucu. Ama olumsuz özellikleri zaten kendi ayağına dolanan bir kahraman bu. Başına açtığı dertlere yüksek sesle güldüğüm yerler kadar, çok ince yorumlarında onunla birlikte durup düşündüğüm de oldu. Gerçi bu uzun sürmedi. O mutlaka atmosferi değiştiriverecek bir şeyler yapmak için ayaklandı. Çünkü içinde bir türlü susturamadığı o ses daha fazla hareketsiz kalmasına izin vermiyordu.
“ Her öğleden sonra işitiyordum bu sesi, bastırmaya çalıştıkça güçleniyordu, bir tek şey söylüyordu “ istiyorum istiyorum!”
Sorardım ne istiyorsun derdim.
Ama tek söylediği buydu. İstiyorum, istiyorum!
Bazen ona gönlünü alıp şeker verdiğim mızmız bir çocuk gibi davranırdım, onu gezdirir koşuştururdum”
Yine de susmuyor ses. Aldığı her risk ne kadar yaşadığını hissetmek için sanki. Savaşa gittiğinde, villasının bahçesinde domuz beslediğinde, keman çalmayı denediğinde hala “istiyorum istiyorum” diye çınlamaya devam ediyor içinde ve sonunda bir arkadaşının peşine takılıp Afrika’ya kadar götürüyor onu.
Yanında yerli bir rehberle Afrika’da ilk ziyaret ettiği kabilenin kraliçesinden duyduğu “kalbiniz havlıyor” sözü ve “Grun-tu molani- yaşamak istiyorsun- insan yaşamak ister” cümlesi, belki de o güne kadar kendi hakkında en ikna olduğu teşhis. Bu cümle için minnettar kalıyor ve bu minnettarlığın karşılığını vermek isterken ortalığı tarumar ediyor.
Henderson’ un sorunlarından biri de bu. Karşısında savaşmak ya da sarılmak için duran herkes zarar görebiliyor. Kendisi de dahil.
“Ben yaşamı kutsayan biriyim. En üst seviyeye çıkıp yüzünü göremesem de, altlarda bir yeri eğilerek öperim. Anlayana bu kadar açıklama yetecektir”
deyip, eylemlerindeki fevriliği eleştirecek olanların da ağzının payını veriyor elbette. Bazen de
“ Dinleyin baylar aşırıya kaçtığım tek şey yaşama isteğimdi. Hayattaki her şeye ilaç muamelesi yaptım.-tamam, peki! Neyiniz var sizin çocuklar? Hiçbir şey anlamıyor musunuz? Yeniden dirilmeye inanmıyor musunuz? İlla da tükenip gitmeli mi insan?” diye sizi samimi bir sorgulamanın içine çekip anlayış bekliyor.
Handerson’un belki de dışarıdan bir sesi en çok duyduğu anlar ise, Afrika’da ziyaret ettiği ikinci kabilenin kralı Dahfu ile geçirdiği zamana ait. Tanıştığı anda hayran oluyor bu genç krala. Kabilenin düzenlediği bir yağmur ayini sırasında dev heykellerden birini kaldırıp Sungo-Yağmur Kral- unvanını da burada alıyor.
Bunca zaman kendini “ yanma tehlikesine karşı kapatılan kömür madeni gibi” hissettiğini söyleyen Henderson-Sungo, zorlayıcı fiziki şartların hızını kesmesi ve hayran olduğu kralın dostluğu ile sakinleşiyor biraz. Hatta
“Durmadan gürültü yapmaktan vazgeçersem belki güzel bir şey duyarım” diyerek itiraf ettiği sabırsız yönü bile duruluyor sanki. Yine de, bazen bencillikle bazen iyi niyetle, zücaciyeci dükkânındaki fil gibi ortamı dağıtırken takip ettiğimiz kahramanın “Kendimi nakavt etmeyi bırakacağım” sözünü ne kadar yerine getirebileceğini kestiremiyorsunuz.
Saul Bellow hayatın içinde duruşu sürekli sallanan kahramanları anlatmayı seviyor ve bunu çok iyi yapıyor diye düşünüyorum. Kendisi 1915- 2005 yılları arasında yaşamış Rus asıllı bir Amerikalı. Yarım bıraktığı edebiyat eğitiminden sonra antropoloji okumuş. Bu kitabın Afrika’ya gitmeden yazıldığı söyleniyor. Oradaki yaşamın pek çok ayrıntı ile anlatılmasında bu eğitimin faydası olduğu kesin. Aynı zamanda ödüllü bir yazar. 1975’te Pulitzer ve 1976’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş.
Kımıl kımıl, gürültücü, insanı huzursuz eden, tatile çıksanız – o çoktan gitmediyse tabi- yarı yolda bırakacağınız, ancak onunki kadar sağlam bir arızaya sahipseniz eşi ya da sevgilisi olabileceğiniz biri Yağmur Kral. Saul Bellow tam da bu kahramanın ağzından çıkabilecek cümleler ve az sözle yaptığı derinlemesine saptamalar ile kitabı hem akıcı hem de ilham verici hale getirmiş. Anlatımı, mizahi dili ile “Hayatım ve yaptığım her şey benim hapishanemdi.” diyen Henderson’ı tanımak bana güzel geldi. Osman Yener’in çevirisini de ayrıca övgüye değer buldum. Saul Bellow’un diğer kitaplarıyla beraber bunu da okumanızı öneririm.
COMMENTS
“ Her öğleden sonra işitiyordum bu sesi, bastırmaya çalıştıkça güçleniyordu, bir tek şey söylüyordu “ istiyorum istiyorum!”
Sorardım ne istiyorsun derdim.
Ama tek söylediği buydu. İstiyorum, istiyorum!
Bazen ona gönlünü alıp şeker verdiğim mızmız bir çocuk gibi davranırdım, onu gezdirir koşuştururdum”
Bu alıntıya bayıldım ve aklıma Kanat Güner geldi. Onun güncesinde buna benzer bir şiir vardı. Şu anda kitabı bulmam mümkün değil ama aklımda kaldığı kadarıyla “kapılarda zil olmak istiyorum/ pizzada mantar/ ….. /istiyorum da istiyorum.” Benzerliği epey aşıyor hatta. Kanat’ın Yağmur Kral’dan haberdar olması mümkün.
Bence de mümkün:)) Ya da hepimizin içinde aynı name ile tepinip duran biri var. Kimimizi Henderson gibi Afrika’ya kadar sürüklüyor, kimimizi Kanat gibi ölüme götürüyor, kimimizi
de evlerimizde homurdanarak sağdan sola dönen, en yakınındakini tüketen birine çeviriyor.Ne istediğini anlamak için epey dinlemek gerek sanırım.