Romancı ve filozof Iris Murdoch, kırk yıl kadar önce kendisiyle yapılan bir söyleşide, büyük romanlardan “bir hoşgörü havası, cömertlik ve bilinçli bir iyilik” fışkırdığını söylemişti.[1] Kemal Varol’un Ucunda Ölüm Var (İletişim Yay.) başlıklı son romanı da böyle bir yapıt: Okurken elemli bir iyilik duygusu dolduruyor kalbimizi..
Ana temasının ölüm, kahramanının ise ömrünün son demlerini yaşayan bir Ağıtçı Kadın olmasına; arka plandaki dokunaklı Türkiye panoramasına rağmen Varol’un “karanlık” bir hikaye anlattığını söyleyemeyiz. Ucunda Ölüm Var, hayata, ölüme ve aşkın müşkülatına dair gölgeli bir anlatı.. Ağıtçı Kadın’ın ve başında ağıt yaktığı ölülerin hikâyeleri, insanın ılıklığını, ilgi gereksinimini, yalnızlığını ve acılarını duyumsatırken yaşama algımızı güçlendiriyor.
Kemal Varol’un gösterişe kaçmayan şiirli dili, özellikle Ağıtçı Kadın’ın Heves Ali’yle içsel konuşmasını sürdürdüğü pasajlarda büyülü bir dünya yaratmış.
Heves Ali, Ağıtçı Kadın’ın yıllardır cevabını beklediği soru, kursağında kalan hevesten ibaret. Arguvan’ı terk ettiğinden beri ne Heves Ali’yi tesadüfen gören olmuş ne de o kimseyi aramış. “İlkin elli yıl önce, beni geride bir adak ağacı gibi bıraktığın o gece öldüm ben”, diyor kırışık yüzü dövmelerle kaplı Ağıtçı Kadın.
Ağıtçı Kadın’ın okuma yazması yok; adı üzerinde, o aslında sözlü kültürümüzün yaratıcılarından biri ve bütün gücünü “söz”den almakta.. “Hayatı boyunca yazıya ihtiyaç duymamıştı”, diye başlayan paragraf şöyle devam ediyor: “Onun nazarına göre, yazı derdini saklayanların icadıydı ve sahteydi. O ömründe yalnızca ses ve söze inanmış, derdini bu ikisine dökmüş, karnını bu sayede doyurup dünyanın gamıyla derdine yine bu sayede katlanmıştı.”
Ağıtçı Kadın’ın Heves Ali’den elli yıldır beklemekte olduğu işaret de yine bir ses olarak ona ulaşıyor: Bir gece vakti, karanlık vadinin derinliklerinde yankılanan tanıdık bir ses, “Ben öldüm, gel ağıdımı yak!”, diyor Ağıtçı Kadın’a.. O da aslanağızlı asasını alıp yola koyuluyor. Önce Konya’ya, ardından onu bekleyen öteki hikâyeleri bulmak için Bursa, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır yolu üzerindeki hayali Arkanya kasabasına.. İlk dört beldenin seçiminde Tanpınar’ın ünlü Beş Şehir’ine gönderme yapıldığı kuşkusuz. Arkanya’ya gelince; haritalarda belki yer almıyor ama Kemal Varol’un başka yapıtlarını okumuş olan edebiyatseverler tanıyorlar o kasabayı.
Defalarca gömüldüğü halde bir mezara kavuşamayan Ermeni sinemacı Artin’in hikâyesinin anlatıldığı Bursa bölümleri, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Willam Saroyan imzalı iki epigrafla açılmış. “Sinemaya gitmemeliyiz”, diye şaka etmiş tatlı dilli Saroyan. “Çünkü insan sinemaya gidince yaşadığı kasabayı sevmez oluyor, alıp başını gitmek istiyor buralardan.” Elhak doğru! Ama yaşadığımız beldeyi terk etme raddesine geliyor oluşumuzun tek sorumlusu sinema değil. Artin’in satirik hikâyesini okurken “gülsek mi yoksa ağlasak mı?” sorusuna bir türlü yanıt bulamadığımız gibi, sekterliğin bu topraklarda gördüğü rağbeti bir kez daha hatırlıyor ve hayıflanıyoruz.
Benzer bir kara mizahın, roman boyunca kimi beklenmedik noktalarda uç verdiği görülüyor. Çocukken geçirdiği bir kazadan ötürü yıllarca su ve ateşten uzak duran, Eskişehir Soba Sanayi’nin armasını bir mühür gibi karnında taşıyan Erzurumlu kabadayı Como’nun hikâyesi de bunlardan biri.. Ancak daha fazla ayrıntı okumanın lezzetini kaçırabilir; yıl sonu yaklaşırken Ucunda Ölüm Var’ın “2016’nın en iyi romanları” arasında hakkıyla sayıldığını hatırlatarak bitirelim.
[1]Bryan Maggee, Yeni Düşün Adamları, MEB Yay., 1979, s. 446
[1]Bryan Maggee, Yeni Düşün Adamları, MEB Yay., 1979, s. 446
COMMENTS