Şöhret denen şeyin, tünediği yerden ve zamandan kalkıp, geriye de uçmaktan gocunmayan bir kuş olduğunu düşünüyorum bazen. Tıpkı Bukowski’nin tepesindeyken, onun yönlendirmesiyle John Fante’nin başına tekrar konması gibi.
Hepimiz biliriz o meşhur hikâyeyi. Hani Bukowski bir kütüphane girer, tesadüfî bir kitap çekip-ki bu kitap Toz’a Sor’dur- daha ilk sayfada hayranlıkla kalakalır ve “Fante benim tanrımdır” diyerek hepimize bu büyük yazarı yeniden tanıma şansı verir. Edebiyatı çok tanrılı görenlerden biri olarak, John Fante için yazının kutsal dağında bir yer olduğundan eminim.
“1933 Berbat Bir Yıldı” yazarın okuduğum ilk kitabıydı. Farklı eseri olsa da, ben de tıpkı Bukowski gibi çarpılıp kaldım. Kitabı o kadar sevdim ki, ayrı bir yere koydum gönlümde. John Fante’i çok zaman önce keşfetmiş dostlarımdan “Toza Sor’u okuyunca sıralaman değişir” cümlesini duymazdan geldim. Toza Sor’u okuduğumda, ne kadar sevsem de ilk doğan çocuk gibi diğer kitap hep birazcık önde oldu. Büyük Açlık’ı okuduğum da ise, fark ettim ki aslında birbirinin içinde gezen, ayak izlerini diğerine de taşıyan, birlikte var olan kitaplar bunlar. Birini sevdiğinde hepsini birlikte sevmiş gibi oluyorsun biraz.
Ben John Fante’i çok sevenlerdenim. Nedenlerimi onun öykülerinde yaptığı gibi yalın bir şekilde söylemem gerekirse; teknik şeylerin dışında ilk sıraya, en umutsuz satırlarda dahi pırıldayan iyimserliğini koyardım sanırım. En acıtıcı öyküleri bile insana o kadar karanlık gelmez. Öykü kötü bitse de içimizi ısıtan bir şeyler az önce kalktıkları minderde sıcaklığını bırakmış gibidir. Ya da iyi bir şeyler az sonra olabilir diye düşünürsünüz, bir umut parlar söner sürekli.
Büyük Açlık bu duyguyla okunan 15 öyküden oluşuyor. Bunlardan biri “Toza Sor” kitabının önsözü. O da diğerleri gibi bir öykü tadında. Fante, imkânsızın peşine düşüp, olacakları bilse de hayal etmekten vazgeçmeyenlerin aşkını adeta görsel hale getirilerek anlatıyor burada.
“Olağandışı ve harikulade: Bir gece bu dünya için fazla güzel bir kadın geldi, parfüm kokuyordu, dayanamadım, onu takip etme dürtüsüne karşı koyamadım, kim olduğunu hiçbir zaman bilmedim, kırmızı tilki kürklü kadın, küçük bir şapkası da vardı, peşine düştüm çünkü düşten bile daha iyiydi, Bersten’in Balık Restoranı’na girdiğini gördüm, kurbağaların ve alabalıkların yüzdüğü bir pencerenin arkasından seyrettim yemek yiyişini ve yemeğini bitirip gittikten sonra bir genç girer içeri, onun oturduğu masaya, onun oturduğu iskemleye oturur, onun kullandığı peçeteye dokunur, çünkü o çok güzeldi-garson bey, sadece bir çorba lütfen, pek aç değilim, onbeş sentlik bir tas çorba lütfen. Dar bütçeyle aşk, bedava bir sevgili, kurbağaların ve alabalıkların yüzdüğü bir pencerenin arkasından hatırlanmak üzere.(syf.49)
Aynı imkânsızlığı ve bitmeyen umudu “Yağmurda Sırılsıklam” öyküsünün kahramanı Frank’ın Hazel’e olan aşkında görürüz. Hazel genç adamın çalıştığı balıkçılık şirketinde ustabaşının kız kardeşidir. Ve aslında masa üstündeki bir fotoğraftan ibarettir. Utangaçlığını “ Sürekli milyonlarca kilometre ötedeki kadınlara âşık oluyorum. Bir tür uğursuzluk. Çok tuhaf. Çünkü kadınlara yakınlaştığımda gerçekten korkuya kapılırım. İki laf edemem, soluk almakta zorlanırım. Kekelerim, budala gibi davranırım. Dilim kurşun gibi ağırlaşır, ağzımın tabanında uykuya dalar. Kadın gittikten sonra uyanır ve gitmeden önce söylemem gereken şeyleri söyler.(syf 56) ” diye tanımlayan Frank, âşık olur ve bana göre kitabın en hüzünlü kahramanlarından biri olduğunu bilmeden aşkı için çabalar durur.
Fante’nin kahramanları deli gibi umutlanır, çiçeklenir ve bir anda sağanak gibi inen bir hayal kırıklığının altında bütün çiçeklerini döküverirler. Bu bir risktir ama aşktan korkmazlar.
Bu gözü peklik ödül de getirir bazen. “Mari Osaka Seni Seviyorum” öyküsünde, Filipinli Mingo her şeye rağmen sevgilisi Japon Mari Osaka’ya kavuşur mesela. Ve bunu milliyetçi nedenlerle engelleme çalışan memleketlisine “aşk çok demokratiktir Vincente. Milliyetçilik bir rastlantıdır.(syf.96) ”der.
Aşk bazen de ziyan edilir. Didiklenir, yok sayılır. Bunu “Kötü Kadın” öyküsünde olduğu gibi kalabalık bir akraba sürüsü de yapabilir. Ya da “Gerçek Müptelası Bir Yazar” öyküsünde olduğu gibi, kişi aşkının nesnesini inkâr ederek, acıyı kendisi yaratır. Bu ziyan edişi gülümseyerek okursunuz. Mizah hep vardır çünkü. Küçümsediği Jenny’in ilgisini kazanmak için umutsuzca uğraşan ve bu çabası karşılık bulmayan yazarın kafası karışıktır. “Nefret etmiyorum Jenny’den, ama temsil ettiği şeyleri küçümsediğim tartışma götürmez. Onların ne olduklarına gelince bilmiyorum (syf-67) ” sözlerini, ergen gururu gibi de okuyabiliriz ama samimiyeti su götürmez. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız hallerdir bunlar. O büyüklenmeler, aslında kendi kompleksimizi saklamaya çalışırken girdiğimiz o havalar, onun öykülerinde çok rahat dillendirilir. Büyük çözülmeler, trajik iç dökmelere ihtiyaç duymaz kahramanları.
Fante yarı otobiyografik yazan bir yazar. Kahramanlarının hepsinde kendi hayatından bir şeyler olduğunu hissedersiniz okurken. Çocuksu yetişkinleri olduğu kadar, çocukluğu da anlatma başarısı “Yuh Olsun Dibber Lannon’a, Jakıe’nin Annesi, Suçlu ve Büyük Açlık” öykülerinde hemen göze çarpar. Bildiği şeyleri yazıyordur ve “çocukluk Fante’i hiç terk etmemiş olmalı” dersiniz okurken.
Kadınlar sadece aşk nesnesi değil anne olarak da boy gösterirler. “Annenin Günahları” öyküsünün kahramanı Donna Martino gibi aşkta yaşadığı hayal kırıklığını kızlarının yapacağı iyi evliliklerle atlatmaya çalışan, katı, inatçı, ürkütücü olanların yanında, “Mama’nın Düşü” öyküsündeki Mama gibi, gördüğü bir düşü şerre yoran, bu yüzden oğlundan gelen telgrafı daha açmadan ağıt yakmaya başlayan yumuşacık karakterler de vardır. “Yıllar önce, genç ve güçlüyken, çocukları büyüdüğünde gürültücü kocasını terk edeceğini düşünerek biraz huzur bulurdu Mama. Gizlediği küçük bir mücevherdi bu düşünce onun için. Yitirmişti ama. Yanlışlıkla geçmişin çay demliklerinden birine yerleştirmiş ve nereye koyduğunu unutmuştu Mama. (Syf.137) diye tarif ettiği kadın, kapı komşumuzdan daha tanıdıktır. Muhtemelen “Yazarın Evi” öyküsünde karşımıza çıkan duvar ustası, alkolik baba figürü gibi onların da kendi hayatından süzülüp geldiğini düşünür insan.
Fante yokluğu, yoksulluğu, göçmen olmanın ne menem bir şey olduğunu kendi içine bakarak anlatıyor gibidir. “Otobüs Yolculuğu” öyküsü bu yüzden kurgu gibi gelmez insana. Filipinli tarla işçisi Julio Sal’la birlikte otobüsün arka taraflarında oturmuş, bir sigara yakıp olanları onun ağzından dinlemiş gibidir.
Neredeyse kitaptan daha uzun bir tanıtım yazısı oldu, mazur görün. Umuda böylesi ihtiyaç duyulan bu yoksunluk döneminde, John Fante’nin delik ayakkabısıyla taşlara vura vura ıslık çalan, neşesini ve umudunu hiç yitirmeyen birinin ağzından anlatılıyormuş hissi veren öykülerini, kitaplarını hatırlatmak istedim sadece. Onları tanımak iyi gelecektir. Çünkü onlar düşseler de kalkacak, üzerlerini silkeleyip, belki de burunlarını dayadıkları o pahalı lokantanın camından, içerideki şık kadınlara âşık olmaya devam edeceklerdir.
Onun kahramanının dediği gibi “Her şey mümkündü dikişleri sökülmekte olan bu dünyada.( Syf 132)” Umudunuzu kaybetmeyin.
Büyük Açlık
Yazar: John Fante
Çevirmen: Avi Pardo
Yayınevi: Parantez
COMMENTS