Yeni Hayat’a kadar Orhan Pamuk’un yazdığı her şeyi okudum. Sessiz Ev’e, Cevdet Bey ve Oğulları’na, Kara Kitap’a ve özellikle Beyaz Kale’ye bayıldığımı hatırlıyorum. Olaylar yirmi yıl kadar önce geçtiğinden, Yeni Hayat beni hayal kırıklığına uğrattığı için mi, yoksa Orhan Pamuk sev(e)meyenlerin etkisinde kaldığımdan mı kendisini okumayı bıraktım emin değilim. Böylece okuyanların şiddetle tavsiye ettiği Benim Adım Kırmızı başta, daha sonra yazdığı kitapları okumak zevkinden kendimi mahrum etmiş oldum. Kafamda Bir Tuhaflık’ı okurken sık sık bunu düşündüm: Böyle yazılmış bir romanı okumak ne büyük bir zevkti.
Kafamda Bir Tuhaflık, Mevlut’un köyünden kalkıp okumak; orada yoğurtçuluk ve bozacılık yapan babasına yardım etmek üzere İstanbul’a gelmesinin; liseyi son sınıfta bırakıp bozacı olmasının; amcaoğlunun düğününde bir an göz göze geldiği bir kıza aşık olmasının ve ‘aşık olduğu’ kızı kaçırıp evlenmesinin hikâyesi. Elbette bundan ibaret değil; Mevlut’un başına gelenlerin arka planında İstanbul’un ve memleketin kırk yıl boyunca geçirdiği değişim ve dönüşümü de izliyoruz.
Rayiha’yı kaçırıp evlenen Mevlut’a göre “Evli olmanın en müthiş yanı insanın istediği zaman ve istediği kadar sevişebilmesi”dir. Rayiha da aynı kanıdadır: “Günahsa kabul ediyorum, güzel Mevlut’umu da çok seviyorum. Kimseye bir zararımız yok! Bize günahkâr diyenlere şunu sormak isterim: Ramazan’dan hemen önce alelacele evlendirilen ve hayatlarında ilk defa sevişen on binlerce genç, insanı serseme çeviren oruç saatlerinde evlerinde acaba ne yapıyor sanıyorsunuz?”
Mevlut’un en yakın dostu okul arkadaşı Ferhat’tır. Mevlut’un kuzenleri Korkut ve Süleyman milliyetçi, muhafazakâr çevrelere yakın durmakta, Mevlut’un solcu ve Alevi Ferhat’la dostluğunu hiç mi hiç onaylamamaktadırlar.
Süleyman aşık olduğu kızı Ferhat’a kaptırınca, “Çok hata ettim, ona hava attım, onunla arkadaş olamadım,” der ve devam eder: “Ama o da çok sivri dilliydi, Kimse, kızlarla nasıl konuşulur, bu zor işin sırrını bize öğretmedi. Bir erkekle konuşur gibi, ama hiç küfür etmeden konuşuyordum. Olmadı.” Olmaz zaten. Yurdum erkekleri arasında yaygın bir dertten muzdariptir Süleyman: Bir kadınla nasıl iletişim kuracağı hakkında hiçbir fikri yoktur ve kıza duygularını göstereceğim derken erkekliğine halel gelmesinden ödü kopar.
Mevlut ve Rayiha evlendikten sonra Tarlabaşı’na yerleşir, eskiden Mevlut ve babasının oturduğu Kültepe’deki gecekonduyu kiraya verirler. Kültepe’de büyük ölçüde kendilerine benzeyen yoksullarla yaşamış Mevlut, memleketin başka insanları, başka hikâyeleriyle karşılaşır Tarlabaşı’nda: “Bu hikâyeleri, mahallenin eski sakinleri, meyhanede geç vakit iyice içtikten sonra, ya da boş evlere yerleşenlerden şikâyetçi olanlar fısıldayarak anlatırdı. ‘Eski Rumlar, Kürtlerden daha iyiydi,’ sözünü işitmişti Mevlut; hükümet seyirci kaldığı için işte şimdi Afrikalılar, yoksullar geliyordu Tarlabaşı’na; bakalım daha neler olacaktı.” Mevlut boza satarken tanıştığı ve fırsat buldukça ziyaretine gittiği bir “hocaefendi”yi, onun sohbetini pek sever. Fakat ara sıra endişelenmekten de geri kalmaz: “Yasalara aykırı bir şeye bulaşma korkusuna kapıldığında, ‘Bunlar kötü şeyler yapan kötü insanlar olsaydı, duvara kocaman Atatürk resmi mi koyarlardı!’ diye düşünerek bazen kendini yatıştırıyordu. Ama kısa sürede, duvardaki Atatürk resminin, tıpkı Kültepe’de lise yıllarında bir ara Ferhat ile girip çıktıkları komünist dergâhının girişindeki kalpaklı Atatürk fotoğrafı gibi, bir gün polis basarsa, ‘Bir yanlışlık var, biz Atatürk’ü çok severiz!’ diyebilmek için asıldığını anladı. Tek fark, komünistlerin Atatürk’e sonuna kadar inanmalarına rağmen onun aleyhine sürekli atıp tutmaları (Mevlut hiç hoşlanmazdı bu çirkin sözlerden), dindarların ise Atatürk’e hiç inanmamalarına rağmen onun aleyhinde hiç konuşmamalarıydı. Mevlut bu ikincisini tercih ediyor ve bazı hamhalat, sivri üniversite öğrencilerinin, ‘bey yüz yıllık güzel hat sanatımızın Atatürk’ün Batı taklitçisi harf devrimiyle bitirildiği’ yolundaki sözlerine kanmıyordu.”
Ferhat ve kuzenleri dahil Mevlutun yakın çevresindeki herkes köşe dönüp zenginleşirken, o aynı tek göz kira evinde oturmaya, Rayiha’yı ve kızlarını sevmeye, ‘kafasında bir tuhaflık’ İstanbul sokaklarında dolaşmaya devam eder. Kitabın sonunda Mevlut bu alemde en çok Rayiha’yı sevdiğini bize ve kendisine itiraf eder.
Mevlut ve Rayiha’nın aşkı, Selvi Boylum Al Yazmalım’da geçen “Sevgi emektir” sözünü ve Alice Munroe’nun Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik adlı öyküsündeki “tezgah”ı hatırlattı bana. Romanın sonunu okurken ise aklıma Küçük Prens düştü. Mevlut, Küçük Prensçe söylese, duygularını şöyle ifade edebilirdi belki: “Kimsecikler Rayihamın yerini tutamaz. Çünkü biz birbirimizi evcilleştirdik. Otuzbir çekerek geçen uzun mahrumiyet yıllarının ardından, Ramazan olduğu için suçluluk duyarak da olsa, günler/geceler boyu seviştiğim odur. Ben sokaklarda satayım diye tavuk-pilav pişiren, boza hazırlayan odur. Başka erkekler zengin ve başarılı olurken ben yerimde saymayı seçiyorum diye sızlanmayan, her daim yanımda duran odur. Bana güzel kızlarımı doğuran odur. Kimsecikler onun yerini tutamaz. Ben bu alemde en çok Rayiha’yı sevdim”
Mevlut bir kahraman bence: Hem en başından itibaren Rayiha’ya davranış biçimiyle hem de herkesin ne pahasına olursa olsun köşe dönme peşinde olduğu bir dünyada, “kafasında bir tuhaflık”, sokak satıcılığı yapmakta ve kendi yağıyla kavrulmaktaki ısrarı nedeniyle. O başka bir şeyin peşinde: Belki mutlu olmanın ve muhakkak iyi kalmanın. Kitaptaki ikinci kahramanım Boynueğri Abdurrahman Efendi. Kızlarını seven, son hesapta onların mutluluğundan gayrısını istemeyen, muhafazakâr damadının evinin arka odasında kızıyla gizlice rakı içen biri Abdurrahman Efendi; sevilmeyecek gibi değil.
Kafamda Bir Tuhaflık memleketin ve memleket insanının hal-i pür melalini büyük bir incelik ve yetkinlikle anlatan bir destan-roman. “Gecekondu çocukları”nın kaleminden çıkan şiirsel, süslü metinlerinin aksine, “Nişantaşı çocuğu” gecekonduları, oradaki yaşamı, örneğin, büyük bir nesnellikle anlatıyor. Orhan Pamuk büyük yazar, nokta.
COMMENTS