full hd porno zenci porno sikiş grup toplu porno üniversiteli porno porno

Mektuplar : Necatigil’in Hayatıyla Şiiri Arasındaki Bağlantılar

Mektuplar : Necatigil’in Hayatıyla Şiiri Arasındaki Bağlantılar

Behçet Necatigil, Ergin Sander’e gönderdiği 20 Temmuz 1964 tarihli mektubunda, “Evrenin büyük oyununda herkese roller dağıtılırken payıma harf aktarıcılığı düştü,” diye yazmış. Onun harflere, kelimelere düşkünlüğü; şiirlerini, düzyazılarını, tercüme ya da radyo oyunlarını okumuş olanların hemen dikkatini çekmiştir, çekecektir. Aynı durum mektupları için de geçerli. Özellikle sevdiği, yakın bulduğu ahbaplarına, dostlarına yazarken satır aralarına serpiştirdiği dizeler, bulmacalar, söz oyunları, Necatigil’in payına düşen vazifenin mektup formunu almış halini de bihakkın yaptığını gösteriyor. Üstelik pek de sevmiyor mektup yazmayı. Fikret Demirağ’a yazdığı 15 Aralık 1971 tarihli mektubunda, “mektup yazmayı pek sevmediği[ni]” sıkıştırır söz arasına. Bir başka mektubunda “Konuşmak beni ne sıkıyor, hep başkaları konuşsa da ben sussam dinlesem,” diyen şairden bekleneceği gibi. Ya da 17 Mayıs 1963’te Tahir Alangu’ya yazdığı mektup hatırlanabilir bu bağlamda: “Konuşmıya yüksünen ben mektup yazmıya doğrusu üşeniyorum. Kendimi şiirlerle pekâlâ anlatabildiğim için mektuplara lüzum görmüyorum. Ama yazmak isterim. Zaman göster, heves yarat, eski günlerin tezcanlılığını geri getir, yazayım! Hiçbiri yok.”

Peki, sadece harfler midir mektuplarında aktardığı Necatigil’in? Kuşkusuz her mektup ayrı bir amaçla kâğıda dökülmüş, o mektubun alıcısına şairin meramını, bazen bir duygusunu, düşüncesini, bazen bir isteğini aktarmıştır. En eskisi yaklaşık seksen, en yenisi yaklaşık kırk yıl önce yazılmış bu mektuplar bugün bize harfler dışında ne aktarıyor, diye sorulabilir. Edebiyatçılardan kalanlar, evrakı metrukeler, günlükler, mektuplar iyi kötü ilgi görür, ama daha çok edebiyat tarihçilerinin, araştırmacıların, kendileri de bir şeyler yazıp çizenlerin ilgisini çeker; satır aralarında o yazarın/şairin hayatına ya da sanatına dair ipuçları saklıdır, bunlar keşfedilmeye çalışılır. Bazen de mektuplardaki ufak tefek dedikodular nedeniyle bu ilgi artar, daha geniş bir kesim tarafından okunur, tartışılır.

Son zamanlarda ilgi gören mektup derlemeleri, çağın (Necatigil’in müthiş deyişiyle “çok çiğ çağ”ın) yaygın eğilimiyle daha çok bu yanlarıyla gündeme geldi, geliyor. Şunu baştan belirtmek gerekir, Necatigil’in mektupları böylesi beklentileri karşılamaktan çok uzaktır. Bununla birlikte, bu mektuplar Necatigil’in külliyatı içinde mutlaka vurgulanması gereken metinlerdendir. Geçtiğimiz yıl IAN Edebiyat’taki yazısında Enis Batur da, “Necatigil’in derkenardan (konuşma, mektup, vb) gelen saptamaları canalıcıdır,” diyerek bu noktanın altını çizmişti. Orhan Koçak da, Kopuk Zincir’de yer alan “Necatigil’de Arzu ve Teknik” başlıklı yazısına, Necatigil’in Edip Cansever’e yazdığı bir mektupta Cansever’in “Her Sevda” şiirine dair düşüncelerini aktardığı satırlarla başlamıştır. Necatigil, her ne kadar kendisini şiirlerle pekâlâ anlatabildiği için mektuplara lüzum görmediğini belirtmiş olsa da, mektuplarında hayatına ve sanatına dair önemli bilgiler, ipuçları bulmak mümkündür. Öyle ki Koçak aynı yazıda, “Mutlaka mektuplardan pasajlar mı aktarmak zorundayız!” demek zorunda hisseder kendisini. Ötesi de var; Necatigil, edebiyat ortamı ve yayın dünyası hakkındaki düşüncelerini ya da kimi eğilimlere, tutumlara yönelik eleştirilerini de mektuplarında dostlarıyla paylaşmıştır.

Necatigil’in şiirlerini az çok tanıyanlar bu mektupları kimin kaleme aldığını bilmeden okuduklarında üslubunu hemen tanıyacaklardır. Yaklaşımları, değerlendirmeleri değil, söyleyişi hemen ele verir harf aktarıcısının kimliğini. Şu cümle örneğin: “Hayal oldu o demler, evli evine, köylü köyüne gitti, silindi yüzümüz aynalardan.” Ya da şu cümlelerde nasıl da belirgindir şiirlerinden aşina olduğumuz ses ve söyleyiş: “Ne sevdiklerimizi ağırlayabildik geçtiklerinde, ne onların unutulmaz iyiliklerini karşılayabildik bugüne kadar. Bütün yaptığımız, kusurlarımızın utancını susmalarla kendimizden bile gizlemek oldu. Her neyse, şairleşmenin sırası değil! Bilmezden gelmek bazı şeyleri – iyidir.” Şu cümleyi de sayabiliriz bu bağlamda: “Geldim, gelmek bir mecburiyeti yerine getirmek, bir şey ümid etmekse.” Necatigil’in şiirlerinin kendine özgü yanlarından biri de çift anlamlılığa olan düşkünlüğüdür. Hayli genç yaşta, daha yirmi iki yaşındayken Tahir Alangu’ya yazdığı mektuplardan birinde, “Ah biri olsun da biri. Mevhum veya muhayyel biri. İster ‘rağmiyet’ göstermiş, ister ‘râmiyet,’” diye yazar. Biri “inadına davranmak” öbürü “itaat etmek” anlamına gelen bu iki kelime arasındaki ses benzerliğinin cazibesine kapılmıştır. Çok sonraları kendisinin ya da başkalarının şiirlerinden söz ettiği mektuplarda da çift anlamlılığa olan düşkünlüğüne değindiğini görürüz. Yüksel Pazarkaya’ya Aydınlık Kanayan Çiçek kitabıyla ilgili olarak, “‘Aydınlık’ kelimesinin hem sıfat, hem isim olarak düşünüldüğünü kaç ‘kişi’ anlar. (…) Kitabını merak ediyorum. Kanayan çiçek midir aydınlık, yoksa çiçek aydınlık aydınlık mı kanamakta?” diye sorar. İbrahim Zeki Burdurlu’nun “Solgun Bir Gül Dokununca” şiiri hakkındaki yorumu üzerine yazdığı mektupta da kendi şiirlerindeki çift anlamlılığa değinir. “Eğilip alıyorum, kimse olmuyor / Solgun bir gül oluyor dokununca” beytinin ilk dizesinde “ikili bir anlam vermek istediğini” vurgular. Ama bu ikili anlamın peşine rastlantısal bir biçimde ya da hoşluk olsun diye düşmediği de bellidir. Bu söz oyunlarından başka bir beklentisi vardır, saklı başka bir anlamı sezdirme arayışındadır. “1 -Eğilip yerden aldığım şey, bir kimse, bir insan olmuyor da solgun bir gül oluyor. 2 -Eğilip yerden o şeyi aldığım sırada çevremde kimse olmuyor. (…) Bu anlam ikiliği, bu çift anlam, ‘dokununca bir gül oluveren nesnenin bir insan, bir ‘kişilik’ olabileceğini de düşündürsün istedim. O mısrada böyle bir ‘ikili anlam’ olanağı, böyle bir çağrışım gücü varsa, çevrenin yok oluşu, ansızın boşalması motifi aydınlanacak galiba.” Necatigil’in Mektuplar’ı, başta belirttiğim gibi, kırk yıllık bir zaman diliminde yazdıklarından oluşuyor. Bütün bir yazı hayatını kat eden bu mektupları, bu kırk yıllık zaman zarfında değişmeden kalan kimi motifleri düşünerek, arayarak okumak da mümkün. Sanki Kareler kitabındaki kelimelerin istiflenişinin farklı okumalara imkân vermesi gibi.

Yirmi iki yaşındayken yazılmış bir cümleyle altmış yaşında düşülmüş bir notla arasındaki çapraz bağları, bağlantıları aramak, Necatigil’in hayatı ve şiiri hakkında yeni açılımlar sunabilir. HAFIZANIN MUTTASIL HÜCUMLARI Yirmili yaşlarının başında Tahir Alangu’ya yazdığı mektuplardan birinde (23 Ağustos 1938 tarihli olanında) “boş saatlerin şerrinden”, “boş saatlerde yalnızlığın büsbütün devleş[tiğinden]” söz ederken, “boş saatler boş olsalar hadi neyse” diye yazdıktan sonra, “hafızanın muttasıl [aralıksız] hücumları,” diyerek bitirir cümleyi. Bir derttir çok zaman hatırlamak onun için, hafızanın hücum ettiği anlarda ne yapacağını bilememekte, sonradan pişman olacağı şeyler yapmaktan çekinmektedir. Bu mektuptan çeyrek yüz yıl sonra Ergin Sander’e, başka pek çok mektubunda olduğu gibi, çok çalıştığından, aynı zamanda bir dolu işle ilgilenmek zorunda olduğundan söz ederken ilginç bir noktaya değinir. Öbür mektuplarında çalışma bahsine girdiğinde şikâyet eden bir ton vardır, buradaysa olumluluğuna işaret eder çok çalışmanın, “Güzelliği: Unutturmasında,” der. Neyi unutturmasındadır güzelliği, bu bahse girmez, sadece, “Beni kalemlere mürekkeplere daktilo makinelerine bağlayan bu şeyler de olmasaydı ne ederdim?” diye sormakla yetinir. Yanıtını az önce vermiştir, hatırlamak zorunda kalacaktır. Hatırlamak hüzünlendirecektir.

Zamanın geçişinde bir hüzün, bu hüzünde içine dokunan bir şey vardır. “‘Sene işte böylece geçti’ cümlesi bana pek dokundu,” diye yazmıştır 17 Mayıs 1953’te Tahir Alangu’ya. Bundan üç yıl önce de Oktay Akbal’a yazdığı mektupta bu bahse değinmiştir. “Zaman sürat katarı pencerelerinde istasyonlar gibi çabuk, kayıp gidiyor. Ellerde kalan şiirler veya tercümeler veya başka çalışmalar değil boşluklardır.” 26 Ağustos 1975 tarihli mektubunda Yüksel Pazarkaya’ya da zamandan dert yanar. “Zamanla ne yarışabiliyorum, ne başa çıkabiliyorum,” diye yazar, peşinden “hele bundan sonra” diye ekler. Selim İleri’nin “kırık inceliklerin şairi” olarak nitelendirdiği Behçet Necatigil, mektuplarında bazen sevinçlerini de paylaşmıştır dostlarıyla. Beri yandan zamanla yarışmak, ona kafa tutmak ne mümkündür; bir zaman sonra o sevinçler de hatırlanan bir şeye dönüşmüş, kırık, kırgın, “solgun bir gül” olmuştur hatırlanınca. Ergin Sander’e yukarıda değindiğim, unutabilmekle ilgili cümleleri yazmasının üzerinden üç yıl sonra Kâmuran Şipal’e gönderdiği mektupta yer alan, “Hüznü gerilerde bırakacağım yaş bir türlü gelmiyor,” cümlesini de bir başka çapraz bağlantı olarak düşünebiliriz. Bir yaşa gelince hafızanın hücumlarının acıtmayacağını düşünmüş olmalıdır, kendisine “bir zevki tahattur” kalacağını. Ne yazık ki genç sayılacak bir yaşta, 63 yaşında kaybettiğimiz için o yaşa ulaşama şansı olmamıştır. Orhan Koçak da Necatigil’in şiirlerini tartışırken, “güç belâ unutulan, unutulduğu sanılan ağrılı bir deneyimin birden anımsanması[na]” değinir ve “artık ‘tat’ ve haz adına ne varsa kayıptan elde edilecektir: soğumuş, taşlaşmıştır: bir şiir haline gelmiştir,” diye yazar. “Arzu ve kapanma: kapanma ve arzu. Şikâyet ve gurur: gurur ve şikâyet. Necatigil’in şiiri, şikâyetten de, gururdan da, arzudan da çok, bu gidiş gelişin, bu antitetik ritmin emrindedir.” Hatırlama bahsinde birbiriyle çelişik gibi görünebilecek, her ikisi de Pazarkaya’ya gönderilmiş şu iki mektuba da değinmek gerek. İlkinde, “Beni yaşatan tatlı anılardır.

Acılarımızdan da zevk alıyorum ya, can korkusu, daha çok tatlılara sığınıyorum,” diye yazmıştır. (4-5 Mart 1979) Öbürüyse 14 Kasım 1972 tarihli. Bu mektubunda kaçmak istediği hüznün, efkârın aynı zamanda itici bir gücü de olduğunu belirtir. “Efkâr! O benim ezeli kırbacımdır.” Öyle ya da böyle hatırlamak Necatigil için her daim önemli olmuştur, kaçarken de, sığınırken de, hatta hatırladıklarının itkisiyle çalışırken de. Bu, biraz da zamanı tek boyutlu algılamamasıyla ilgili olmalı. Üstelik şiirle hayat arasındaki bağın önemli bir uğrağı değil midir hatırlamak? ACILAR-ANILAR ARASINDA BİR ŞİİRİN İLK DİZESİ Sözünü ettiğim çapraz bağ arayışlarına şiirlerini de katarsak zaman konusundaki bu çok boyutluluk daha iyi anlaşılabilir. 1965’te yayınlanan Divançe kitabındaki “İndirgemek”in son iki dizesi şöyledir: “Biz buraya saat kaçta gelmiştik / Karanlık hâlâ çökmedi.” Yüksel Pazarkaya’ya yazdığı 21 Haziran 1973 tarihli mektupta bu dizelerin kendisine “ansızın [Yüksel Pazarkaya’yla] Stuttgart’taki beraberliği[ni] hatırlattı[ğını]” belirtir. Alangu’ya yazdığı gençlik mektuplarından birinde de karanlığın çökmemesine duyduğu şaşkınlığı anlatmıştır. Bir uzak akraba ziyaretine gittiğinde evde sadece evin küçük kızını bulmuş, onunla sohbet etmiştir. Genç Necatigil’de duygusal dalgalanmalara yol açmış olan bu ziyareti arkadaşına aktarırken, “Peki öyleyse akşam nerde? Neye bu kadar gecikti bu akşam,” diye sorar. Necatigil’in 1965’te yazdığı şiiri 8 yıl sonra yaşadıklarıyla ilişkilendirmesi gibi, biz de bu dizelerle 1938’deki bir başka akşamın gelmek bilmeyişinin hikâyesi arasında bir bağ kurabiliriz sanırım. Şairin duyarlıklarının nerede nasıl oluştuğu meçhuldür. Nitekim, Necatigil de bambaşka bir bağlamda buna değinir bir mektubunda. “Gel de Rilke’yi hatırlama,” diye yazar Yüksel Pazarkaya’ya, “şiir ne zaman yazılır, acılar-anılar arasında bir şiirin ilk dizesi nasıl doğar?” Necatigil’in Mektuplar’ının bütününde hayatı ile şiiri arasındaki karşılıklı bağlantıların izini sürmek mümkündür.

Bunun temel nedeni onun şiir anlayışında saklıdır. Şiirle hayat arasındaki bağın ihmal edilmemesi gerektiğini düşünenlerdendir ne de olsa. Mektuplarında da bu bahse değinir, ona Rilke’yi hatırlatan şeylerden söz ettiği cümlelerde bir şiirin ilk dizesinin “acılar-anılar arasında” doğduğu savı da içkin. Başka örnekler de verilebilir. Fikret Demirağ’a yazdığı mektupta bu fikrini şöyle ifade eder: “Soyut şiir bile yazsak, sanırım, okuyanda bir yaşantı birliği duygusu yaratmamız gerekir. Sadece soyut düşkünlüğü bir nevi zekâ cambazlığı olmuyor mu? Ya nereden geldiğimiz o çizgiye? Ardımızda bıraktığımız anıların, korkuların, ümitlerin, yani hayatımızın hiç mi cilâsı veya donukluğu olmasın bu şiirlerde?” 7 Aralık 1976’da Necdet Tezkan’a yazdığı mektupta da “yaşantı birliği”nden dem vurur: “Şiirde bir ‘insan cevheri’, bir ‘insan damarı’ varsa, ister yerli olmuş, ister yabancı, o şiir her yerde yaşantı birliği (Einfühlung) yaratır, duygu ortaklığı sağlar. (…) Biçim ataklıkları bile, özde gerçek bir yaşantı varsa, doğal karşılanır.” Ne var ki, bu yaşantı birliği yazılanları şiir yapmaya yetmeyecektir. Tezkan’a yazdığı mektubun sonunda çok önemli bir başka noktaya vurgu yapar: “Şiir yoğunlaşmadır, biçim titizliğidir. Eski şairler (…) bunu biliyorlardı.” Evet, özde gerçek bir yaşantı, ama aynı zamanda “biçim titizliği.” Tezkan’a yazdığı 4 Şubat 1976 tarihli bir önceki mektubunda da biçimin, tekniğin altını çizmiştir. “Mesele konuda değildir,” diye yazmıştır, “anlatış biçimindedir, teknikte yani. Kelimelerin seçiminde ve istifte.” Hüzünleri, efkârı gibi sevinci de şiirlerle iç içedir Necatigil’in. Haziran 1943’te askerliğini yaparken Tahir Alangu’ya yazdığı mektupta, “Şiire gelince, istediğin şiir olsun. Ben de onunla avunuyorum burada. Hattâ yeni bir iki şiir bile yazdım. Bu beni delicesine memnun etti. Artık sevinçlerimi o kadar dar sahalarda aramaya mecburum ki sorma,” diye yazmıştır. Şiirin öncelikle avuntu, sonra da sevinç kaynağı olduğunu anlarız mektupları okuduğumuzda.

Çok çalışmaktan yakındığı mektuplardan birinde şiir yazamamanın yanı sıra şiir okuyamadığı için de dertlenir. Bir mektubunda kendisini şiirle ifade edebildiği için konuşmaya, mektup yazmaya çok ihtiyaç duymadığını belirttiğinden söz etmiştim. Mektuplarında bir şeyler anlatırken de şiirlerden güç alır, başka şairlerden ya da kendisinden sıklıkla dizeler alıntılar. Bunlara daha çok yakın dostlarına yazdığı mektuplarda rastlarız. Yüksel Pazarkaya’ya 14 Kasım 1972’de yazdığı mektupta, “Böyle el yazması mektup yazmanın bir muhassenâtı[nın] [hayrının] da insanın sereserpe yazabilmesi; kendinden mısralar döktürerek yazabilmesi” olduğunu belirtir. On gün sonra yazdığı bir sonraki mektubunda da bu bahse değinir, “Neyse, boş bulunuyor, ihtiyarlık, adım başı başlıyorum kendimden mısralara (Ve boyuna hatırlatmak kendimizi),” der. SEN KATLANMALARA BAK! Kendini hatırlatmak, kendini göstermek uzun zaman sakındığı, uzak durduğu bir tavır olmuştur Necatigil’in. Enis Batur’un başta değindiğim yazısında dikkat çektiği gibi, ileriki yaşlarında bundan biraz pişman olmuş gibidir. 18 Şubat 1976’da Samim Kocagöz’e yazdığı mektupta Sevgilerde’nin sonuna eklenen bibliyografyayı kendisinin koydurduğunu itiraf eder. “Bizler şimdiye kadar, kitaplarımızın arka kapaklarına bile, eleştirmelerden övgü satırları aktarmadık. Bizden sonrakilerse bir kitap çıkartmaya kalktılar mı, kapağı en ucuz övgülerle karartıyorlar. (…) Artık şu kanıya vardım ki, belli bir yaştan ve değer kabul ettirmeden sonra sanatçı, kendi tedârikini gene kendisi görmeli. (…) Evet, bir gerçek: Haddinden fazla alçakgönüllü olmanın kayıpları sonra sonra anlaşılıyor ve acısı kalbe çöküyor. Boyuna hatırlatmak gerek kendimizi! Eskiden ‘arsızlık!’ diye düşünürdüm, şimdi hak veriyorum, cidden bir değeri olup da bunun bilinmesini isteyenlere. Çünkü parazitler, yüzsüzler, herkesin ayrı bir yeri olan bir meydanı, tek başlarına kaplamak, kapatmak sevdasındalar.” Kendi reklamını olur olmaz yapan şair ve yazarlar karşısında duyduğu olumsuz hisler aynı yıl 30 Haziran’da Adalet Ağaoğlu’na yazdığı mektupta da çıkar karşımıza. Ağaoğlu, yanılmıyorsam Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde yer alan kendisi hakkındaki abartılı ve doğru olmayan bir ifadeyi düzeltmesini istemiştir. Necatigil’in sözlükte yazdığı gibi yabancı bir seçkideki tek kadın oyun yazarı o değildir, başkaları da vardır.

Necatigil, Ağaoğlu’nun bu talebini takdir ederken edebiyat dünyasındaki hâkim tutumdan şikâyetini de satır arasında geçiriverir. “Bir şiiri, bir hikâyesi nasılsa çevrilip de bir Batı dergisi köşesinde yer alan nice sanatçımızın gazete gazete, dergi dergi dolaşıp başarı haberinin duyurulmasını ısrarla istemeleri karşısında,” diye yazar. Beri yandan, edebiyat ortamına eleştirisini de yüksek sesle ifade etmek yanlısı değildir. Şiirlerinde “özgürlük, barış, bağımsızlık, devrim… gibi sözcüklerin bulunmadığını hatırlatan Necdet Tezkan’a verdiği yanıttaki şu satırlarda siyasi olmayan konulardaki başkaldırı biçimini de ifade ettiğini düşünebiliriz. “Çağdan, çevreden yakınmayı şiir, başka yollardan, sessizce hatırlatır. Elbette şair yaşadığı ortamı inkâr etmez, ama o ortama başkaldırması yaygarasız, dolayısıyla daha derinden ve düşündürücü olabilir. Sen katlanmalara bak!” Evet, burada şiirden söz ediyor, şiirin neyi, nasıl eleştireceğinden, ama Necatigil’in şiiriyle hayatını keskin sınırlarla ayırmak mümkün müdür, bilemiyorum. Şiir gibi şair de yakınmasını başka yollardan, sessizce yapmıştır. Onlar gibi olmayarak, ya da “katlanarak.” Boşuna değildir, “Sen katlanmalara bak!” deyivermesi. “Haddinden fazla alçakgönüllü olmanın kayıplarını” fark etmişse bile içi rahat değildir. Samim Kocagöz’ün, “Bibliyografya koymakla çok iyi ettin!” diye yazmış olmasına sevindiğini belirtir, ayıplamasından çekinmiştir. Bu gibi girişimlerde bulunmanın bir zorunluluk halini aldığını anlatmaya çalışır. Edebiyat ortamına hâkim olan değer bilmezlik, başkalarının eserlerine ilgisizlik karşısında başka çare kalmamıştır. Nitekim mektubun sonunu, “Yıllarca yerde sürüyüp durduğumuz göbeğimizi, biraz doğrulmak için, kendimiz kesmek zorundayız, ne yazık!” diye bağlar. Oysa bu mektuptan on yıl kadar önce 26 Mart 1967’de Mehmet Seyda’ya yazdığı mektupta, Seyda’nın kendisinden istediği otobiyografi yazması talebine olumlu yanıt veremediğini bildirirken, “Biz işte bazı ansiklopediciklerde üç beş tarih ve sıhhati meşkûk beyanlar dışında çarmıhımızı kendimiz taşısak… ha, ne dersin, iyidir böyle olması!” diye yazmıştır. Kendini unutturmakla kendini hatırlatmak arasında gidip gelen bir ruh halinden de söz edilebilir.

Bu noktada, Koçak’ın vurguladığı şikâyet ve gurur arasındaki gidiş gelişi de hatırlayabiliriz. Şiirindeki tutumun benzerinin hayatında da olduğu söylenemez mi? 26 Ağustos 1975’te Pazarkaya’ya yazdığı şu satırlarda da bu ikircikli geliş gidiş hali görülür. “Bilinsin diye can atıyordunuz / Unutsunlar şimdi.” – Bir tarihte böyle bir şeyler yazmıştım da Memet Fuat, kendini unutturmak isteyen şair gibilerden bir değinmede bulunmuştu. Hoşuma gitmişti. Nasıl olsa unutulacağız, hiç değilse, bunun bilincinde, az hatırlatalım kendimizi.” Göbeğini kendi kesmek konusundaki ikircikli halin benzerini şiirlerinin Almancaya çevrilmesi konusunda Yüksel Pazarkaya’yla yazıştıkları mektuplarda da sezmek mümkündür. Şiirlerinin çevrilmesine ilgisiz, kayıtsız değildir, daha iyi olması için öneriler getirir, çevrilenlerin yayınlanmış olanlarından edinmek, başkalarını haberdar etmek isteğini gizlemez, ama çekiniktir de bunları yaparken. Şöhretten her zaman korktuğunu da itiraf eder Pazarkaya’ya. Büsbütün ilgi görmemek canını sıkıyordur, ama “şöhret” olmak, bunun sefasını sürmek onun harcı değildir. Mektuplarında, yakın dostlarına yazdıklarında, Necatigil kendisiyle ilgili yargıları aktarmaktan çekinmez, kâh özeleştiride bulunur, (“İhmaller bizim kişiliğimizdir, dost!”) kâh pek hoşnut olmasa da kimi özelliklerini kabullenmiş olduğunu itiraf eder. (“Görkemli müzelerde yitik bir mumya gibiyim ben artık. Fakat iyidir. – Evler değişiyor, beğenilmiyor. Ben hiç değişmiyor, eskiyi beğeniyorum. Yeni evlerde eski evlerdeyim. Dondum. Geçti.

Şiirden gayri her şeyi bir otomat gibi yapıyorum.”) Kendinden hoşnut, kendine hayran edebiyatçılardan değildir. 23 Ocak 1974’te Salâh Birsel’e yazdığı mektupta “O hale (kemâl) geldim ki, her şeyden memnunum, kendimden gayrı. Bir can sıkıntısıdır gidiyor,” diye yazmıştır. Benzer bir hoşnutsuzlukla kabulleniş arası salınımın açık bir örneği de, 18 Aralık 1967’de Kamuran Şipal’e yazdığı mektupta yer alır: “Ben kendi âlemimdeyim, yani bildiğin ve gittikçe daralan çemberimde. Zaman zaman bir aydınlık düşüyor bu karanlık çembere; bir şeyler hatırlıyor, ben buraya galiba eskiden de gelmiştim, diye düşünüyorum. Ve geçiyor.” Sabit Kemal Bayıldıran’a 9 Aralık 1976’da yazdığı mektupta, Yüksel Pazarkaya’nın kendisi için “Türkiye’nin en sosyalist şairi sensin ya, sessizliğinden ve örtülerinden ötürü, kimse farkında değil,” dediğini aktardıktan sonra, “Ben, gerçekten, ancak mistik yapılı bir şiir emekçisiyim sadece, ve emin ol, fazlası da fazla ilgilendirmiyor beni. Bir çöl, bir boşluk duygusunu yaşıyorum boyuna,” diye yazar. İncelikli, derinlikli, çalışkan ve kalender birinin “çok çiğ çağ”da payına düşen çok zaman bir çöl, bir boşluk duygusudur. Bunlara katlanır, esen rüzgârlara kapılmadan, ilmek ilmek şiirini ve hayatını örer, şiirin ilmekleri hayata, hayatınkiler şiire geçer. Kalabalıkların insanı değildir, ama mektuplarında üç beş dostuna, yakınlarına açar içini – açmak mümkünse.

[1] Behçet Necatigil, Mektuplar, YKY, 2001, 273 s.

[2] Enis Batur, “NECATİGİL’in YAKINMALARI için BİR YAKINMA”, IAN Edebiyat, sayı: 5, Ocak 2015, s:3.

[3] Orhan Koçak, Kopuk Zincir/ Modern Şiir Üzerine Denemeler, Metis, 2012, s:121-140.

[4] Selim İleri, Kırık İnceliklerin Şairi Behçet Necatigil, Everest, 2016, 130 s.

[5] Koçak, age.

Not: Bu yazı daha önce IAN Edebiyat’ın Mayıs 2016 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır.

COMMENTS

WORDPRESS: 0