Minare Gölgesi’nin önce senaryo olarak yazıldığını, olağan ekonomik krizlerden birine toslayınca filmleşemeyen hikâyesini bilmeyen kalmamıştır sanırım. Çıktığı zaman Engin Ergönültaş’a daha doğrusu Zalim Şevki ile Kelek Osman’a duyulan sevgi yüzünden basında epey yer almış. Ancak bu durum talihsizliğe doğru meylediyor gibi geldi bana. Senaryodan devşirme bir roman muamelesi görmesi büyük haksızlık.
Dili ve akışı oldukça ilginç . Yazar anlatısına kasten hız kasisleri koymuş. Okurun gözüne sokulan,” harap”ken “harab”; “da” iken “ta” olan sert sessizler, anlatının devam ettiği yerlerde paragrafsız satırbaşları, kimi paragraflar arasında uzun boşluklar, yer yer uzun tasvirli karmaşık cümleler … Ancak bütün bunlara rağmen müthiş akıcı, çarpıcı.
Aslında kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimde kalbim acısa da uyuyunca geçecek bir etki zannetmiştim. Sırtıma yapışıp beni nefessiz bıraktığını günler sonra fark ettim.
Zengüle Hacı diye baharsız bir mahalle ve onun üç mevsimi anlatılıyor. Üç mevsim; kış, yaz ve ölüm.
Surların içinde öyle bir mahalle ki; “içinde hâlâ eski zamanların kimi izleri vardı. Kıvrıla kıvrıla inen dar yokuşlar, çıkmazlar, çoğu harab, yanık, yıkık ta olsa cumbalı kafesli tahta evler, türbeler, selviler, nakışlı mezar taşlarıyla küçük mezarlıklar, aynalı çeşmeler vardı. Kaybolup gitmiş o ahşap âlemin izleri vardı.
Sanki şehir, bu unutulmuş, viran mahallede geçmiş zamanların kalıntılarını biriktirmeye çabalıyordu. Bu haliyle, kendi çürümüş cesedinin üzerinden hâtıra bir parça alıp saklamaya çalışan bir ölüye benziyordu.” Sayfa 6
Zengüle’nin bir anlamı olmalı, deyip sözlükleri karıştırmıştım. Zengüle, İran mitolojisinde bir Türk kahramanın adıymış. Kahramanlarımızı tanıyalım.
Eski konsomatris, yaşlı orospu, kedili kadın Sultan abla. Boşanmış anne babası tarafından (eski devrimci Asuman ile zamane haydutu bitirim Harun ) paylaşılamayan altı yaşındaki Atilla. Konsomatris Kıymet ve on yaşındaki kızı Meryem. Annesi Ümmiye Hanım’la bodrum katında yaşayan işsiz soğuk mezeci Abdülkadir. Emekli, hasta babasıyla yaşayan işsiz marangoz Sabit. Ezan vakitlerine ayarlı hayatlarıyla torun büyüten anneanneler Reşide Hanım ve Mahmure Hanım. Sigaraları birbirine ekleyerek yaşayan Atilla’nın halası Gülnur. Yoksul mahallenin aç sokak köpeği Kont.
Evet, bunlar kahramanlarımız. Yazarı her ne kadar onları kahramanlaştırmaktan kaçınsa da biz anlıyoruz onları. Ne İran mitolojisinde ne de kurgu bir eserde, aramızda yaşıyorlar.
Bulaşıkçı maaşına ahçı çalıştırmak isteyen zihniyetin işsiz kıldığı çaresizler, mezara girer gibi yerin altındaki bodrum katlarına girenler, ölüm uykusuna yatanlar, uykusuzlar, genelevde gelmeyen müşterileri bekleyenler, açlıktan karınları birbirine geçen kediler ve köpekler, umutları minare gölgesi gibi var-yoklar, kaderleriyle başa çıkamayan ötekiler.
Neden çok önemsediğimizi tam olarak çözemediğimiz bazı kült kitaplar vardır. Minare Gölgesi’nin karşı bir “Ağır Roman” olarak kurgulanıp kurgulanmadığını ciddi ciddi düşündüm. Zengüle Hacı Mahallesi Kolera Sokağına, Sultan abla Tina’ya, Harun Gli Gli Salih’e, ney klarnete, ud darbukaya, hicaz makamı ağır roman havasına karşı…
Zengüle’nin bir anlamı daha var. Dinleyene uyku veren, Hicaz ailesinden basit bir makam, diyor sözlük. Sanırım Minare Gölgesi’nin gizi burada. Gücünü basitlikten alışında. Hayatı süslemiyor, kahramanlarını yüceltmiyor, yoksulluk ve sefaleti romantik unsurlarla kuşatıp masal alemlerine sürüklemiyor. Okuyanı götürdüğü yer salt, apaçık gerçek. Minare gölgesinde hakikat uykusuna dalan Abdülkadir’in gittiği yer. Oradan başka gidecek yerimiz yok zaten…
Tadımlık;
“ Kont yerinden kalkmadan kımıldanıp mukavva parçasını tam karnının altına ortaladı. Böyle biraz daha iyiydi. Bütün bir sokağın ruhunu, rengini değiştirmeye yetecek kadar hüzün barındıran ıslak gözlerini yumdu.” Sayfa 32
“Yanık yanık okunan selâ, damlara sürtünüyor, selvilere… Yokuşlardan Haliç’e doğru akıyor. Kurban kanı gibi. Ilık ılık. Her şeyin, taşların bile ölümlü olduğunu, “aman irkilmesinler” demeden, hiçbir şeyi saklamadan, apaçık, ama her şeyin, taşların bile başlarını teker teker okşaya okşaya, derin bir merhametle anlatıyor.
Meryem her şeyin öleceğini anlayacak yaşta değil. Selâ’yı sanki Sultan abla için okunuyormuş gibi dinliyor şimdi. Kendini bıraksa ağlıyacak. Sultan abla ölüymüş ama ağır ağır yürüyerek, kendi kendisini, mezarına götürüyormuş gibi geliyor ona, ürperiyor. Arkasında kedileriyle…” sayfa 265
Minare Gölgesi, Engin Ergönültaş, İletişim Yayınları, 367 s.
COMMENTS